Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

”Düşünen” Varlık

Mart30

Yüzyıllar boyu ”O”nu her şeyden üstün tuttuk; ”O akıllı” dedik, ”O düşünür” dedik. Onun hakkında yazdık, onun hakkında çizdik. Onun duygularını ve onun düşüncelerini yaydık yeryüzüne. Peki o ne yaptı? Şımarık bir çocuk gibi yırtıp attı tüm yazılanları, çizilenleri. Nankördü ve hırslıydı. O, düşündü ve zarar verdi. O, düşündü ve savaştı. O düşündü ve öldürdü. Peki biz ne yaptık? Ya onun tarafından öldürüldük; bedenen öldük ya da onun öldürmesine göz yumduk; vicdanen öldük. Onun nankörlüğünden daha büyük bir ihaneti biz kendimize yaptık aslında. Ona inanmaya, onu desteklemeye ve çizdiği yoldan gitmeye devam ettik sessizce, tepkisizce. Tüm düşüncelerimizi bir çırpıda çöpe attık, daha fazla düşünmedik, düşünmeye cesaret edemedik belki de. Bizim yerimize ”o” düşündü ve biz itaat ettik, sustuk sessizlik yemini etmişçesine.

Yüzyıllardır ”o” savaşmaya ve yok etmeye devam ediyor. Bizim sessizlik yeminimiz ise halen sürüyor. Susuyoruz, susacağız da, ta ki bir gün sıra bize gelinceye dek. İşte o gün, suskunluğa alışmış dillerimiz çözülemeyecek belki de. Biz, bugün hür irademizle tuttuğumuz sessizlik yemininin yarın tutsakları olacağız. Söz gümüşse sükut altındır, demişler. Yanlış. Sükut bugüne dek bize hep ölüm getirdi, şimdi sıra ‘söz’de. Ne zaman sükut sonlanır, söz başlar; ancak o zaman ölüm biter, yaşam doğar.

25.03.12

Anlamlı Anlamsız

Mart8

Hasta olduğumuzda ateşler içinde yatarken ya da sıkıntılı bir günün sonunda ya da bazen ortada hiçbir şey yokken, nedensizce kabus görürüz uykumuzda. Çoğumuzun kabusları -küçük yaşlarda- canavarlarla ya da korku filmlerindeki kötü kalpli adamlarla doludur. Sonraları belki olgunlaşır korkularımız; canavarlar katillere dönüşür. Bir uçurumun ya da bir binanın tepesinden düşeriz sık sık. Her şekilde bizi ölüme sürükleyecek kötü bir ‘son’dur kabuslarımızı süsleyen en büyük korkumuz. Bu kötü son hep bizden uzak olsun isteriz, başkaları ölür rüyalarımızda, ama her nedense biz hep ölmeden açarız gözlerimizi, ‘kötü son’a ulaşma korkusuyla. Peki ya o son hiç gelmezse?

Benim kabuslarımda bu çirkin soru yankılanır; çünkü herkes bir ‘son’un kabusunu görürken ben sonsuzluğunkini görürüm. Henüz çok küçükken gördüğüm kabuslardan biri dün gibi aklımda. Dev gibi harflerden oluşan tersine yazılmış bitmek bilmeyen, yabancı dilde bir yazının üzerinde geziniyorum ve onu kendi dilime çevirmemi istiyorlar. Kim? Bilmiyorum. Onlar işte. Belki komik geliyor kulağa, belki de bilinçaltımdan çok ödün veriyorum bu sözlerle. Ama çocukluk kabusumu mercek altına aldığınızda farklı düşüneceksiniz belki de.  Yabancı dilde ve tersine yazılmış bir yazı, sonsuza uzuyor üstelik, bir de ömrünü bu anlamsız yazıyı tercüme ederek ona anlam kazandırma çabasına adayan bir kız, bir insan, bir varlık. Tıpkı bir kayayı dağın doruğuna çıkarma çabasında olan ve kaya tam bırakıldığında geri yuvarlandığından yaşamını kısır bir döngüye adayan Sisyphus gibi anlamsız ve daha da kötüsü sonsuz bir uğraş içinde olan bir varlık. Üstelik sıradan bir varlık da değil, varlıkların en akıllısı sözde.

Şimdi bu satırları yazarken çocukken anlam veremediğim kabusuma anlam vermeye çalışıyorum. Ama bu kez boş bir çaba değil bu. Kabusumdaki dev gibi korkunç harfler değil yalnızca gördüklerim, döngüyü görüyorum, sonsuzun gittiği yeri görüyorum. Kabuslarımdaki o ürkek kızdan farkım bu belki de; düşünüyorum, fark ediyorum, anlam veriyorum ve yazıyorum. Onların yazdıkları ve bir türlü anlayamadığım ters yazılara adanan bir sonsuzluğa sahip olmaktan kaçıyorum şimdi. Anlamsızlıkta ebediyen yaşamaktansa anlamlı bir ölüme yaklaşmak en doğrusu belki de.

28.02.12

‘Siz’ler Ülkesi

Şubat16

Öyküsel Deneme

Sessizliğe yolculuk olsaydı, burda biterdi, biliyorum. Çünkü burda ses yok, ‘siz’ de yoksunuz; ama ‘sessiz’ var. Sözsüz nefesler dolduruyor odayı, söz sözü görmüyor. İki çift göz boşluğa bakıyor, iki çift söz çıkmıyor ne birinden ne ötekinden. Dedim ya, sessizliğe yolculuk bu. Hedef ‘Siz’ler Ülkesi. Ne zaman sustuk, unuttum. Sanki ezelden beri ‘siz’mişiz gibi geliyor, sessizmişiz, kimsesizmişiz gibi.

Nefes alıyor, nefes veriyor; tüm sessizliğini üflüyor dışarıya. Nefesinin çirkin sesi çınlıyor kulaklarımda. Nefes alıyor, nefes veriyor. Nefes alma, nefes verme. Söz al, söz ver bana; söz ver bu bitimsiz yolculuğa son vereceğine. ‘Siz’ler Ülkesi sizin olsun, sözler ülkesi bizim. Söz sana: Bitti.

Söz uçtu, hiçbir şey kalmadı.

12.02.12

Dilin Modası

Kasım29

Bugünlerde dilin değişken yapısı aklımı meşgul ediyor. Dil öyle bir şey ki, tıpkı bir çağlayan gibi; uzaktan izleyerek hızına yetişmek mümkün değil, ancak akıntıya kapılınca da hangi engellerden geçtiğini, ne büyük bir hızla ilerlediğini, daha da önemlisi zamanla nereden nereye geldiğini fark edemiyor insan. Her geçtiği yerde taşı, toprağı ıslatıyor, bu şekilde değişiyor, evrim geçiriyor; ancak bunlardan pek azı suyun bünyesine, dinamik yapısına tutunup kendine kalıcı bir yer edinebiliyor, geri kalanlar ise çağlayanın coşkun devinimlerinde bir süre can bulup sonra akıntının içinde kayboluyor.

Geçenlerde babamla konuşuyorduk, ‘’Şaka gibisin.’’ Dedim ona. İltifat ediyorum sandı, teşekkür etti bana. İfademdeki kinayeyi anlamamıştı. Bir an kendimi kötü hissettim. Ben de o eleştirdiğim, tırnak içinde söz ettiğim ‘’alaycı gençliğin’’ bir parçası mı oluyordum? Pek çok soru aklımı kurcalamaya başladı. Nereden geliyor bu ‘’Şaka gibi’’, ‘’Şaka mı?’’, ‘’Şaka mısın?’’ ve türevi söylemler? Bunları kullanmak yanlış mı? Doğrusu ‘’yanlış’’ demek dilin sürekli yenilenen yapısına hakaret olur, diye düşünüyorum. Dil sürekli bir değişim içinde; giyim sektöründe olduğu gibi dilin de bir modası var. Bu moda, dile yabancı sözcükler sokmadıkça, dili köreltip yozlaştırmadıkça ve tabii konuşma dilinde sözcükleri çirkin söyleyiş biçimleriyle kirletmedikçe son derece masum bence. Öyle ki moda olan söylemler bir süre herkesin diline dolanıyor, her konuşmada birkaç kez duyar hale geliyorsunuz bunları. Sonra yavaşça kayboluyor, yaygınlıklarını yitiriyorlar. Her ne kadar dilin modası yaş gruplarına göre değişse de genel olarak moda olarak niteleyebileceğiniz söylemler mutlaka vardır. Birkaç sene öncesinde ‘’ezik’’ sözcüğü, özellikle de öğrenciler arasında öyle çok kullanılıyordu ki biri hakkında olumsuz bir yorum yapılacaksa araya mutlaka bir ‘’ezik’’ ekleniyordu. O zamanlar da bir süre bu söze gıcık olduğumu, ancak sonrasında kendim de kullandığımı hatırlıyorum.

Bu moda söylemler bir süre çok ilgi görüyor, sonra unutuluyor dedim ama bazen yüz kişiden doksan dokuzu unutuyor, birinin ağzında yer ediyor bu sözcük, kişinin dağarcığına yerleşiyor. Herkesin kendine özgü söylemleri vardır; kelime dağarcığımızda önemli bir yere sahip, çoğu konuşmamızda kullandığımız ve o sözlerin şahsımıza ait olduğunu ele veren anahtar sözcükler… İşte o sözcüklerin dilinize ne zaman yerleştiğini, nereden geldiğini düşünün. Çoğunlukla bunların bir zamanlar moda olmuş sözcükler olduğunu fark edeceksiniz. Mesela ‘’harbi’’ sözcüğü bundan yıllar önce okulda arkadaşlarımdan öğrendiğim bir sözcüktü, oldukça tutuluyordu o dönemde. Zamanla insanların artık çok fazla ‘’harbi’’ demediğini, ancak benim farkında olmaksızın bu sözcüğü günlük konuşmama yerleştirmiş olduğumu gördüm. Daha da ilginci, ‘’harbi’’ sözcüğü çok önceleri argo sayılıyormuş, ancak yavaş yavaş anlamı evrimleşmiş, günlük dile geçmiş, herkes kullanır olmuş bu ifadeyi. Sonra yaygınlığını yitirmiş ama ben halen pek çok konuşmamda yer veririm bu sözcüğe.

Moda sözcüklerin bir güzel yanı da bazı anlamları tam karşılamaları, yaygınlıklarının getirdiği bir etkiyle söylendikleri tümceye daha vurgulu bir ton katmaları ve bazen anlatılmak istenen bağlama cuk oturmaları. Gerçekten de bazen insan bayağı olmaktan kaçınıp bu söylemleri kullanmazken iletmek istediği anlamı ve vurguyu ifade edecek başka sözcük bulamıyor. Peki dilimizde son derece büyük öneme sahip olan ve sürekli değişip yenilenen bu moda söylemler nereden çıkıyor, ilk kim söylüyor bunları ya da normalde dilde bulunan basit sözcükler nasıl oluyor da bir anda bu kadar değer kazanabiliyor? Medyada, özellikle de beğenilen televizyon dizilerinde sunulan tiplemelerin bu modaya büyük ölçüde yön verdiğinin farkındayım ancak bir tek onlar değil, bunun arkasında başka etkenler de olmalı. Dil modası giyim modası gibi değil; bir kıyafeti ilk giyen mankeni bulmak gibi değil bir söylemi ilk kullanan kişiyi belirlemek. Üstelik sözcüklerin kıyafetler gibi belli bir tasarımcısı da yok; her şey toplumun içinde gelişiyor. Ayşe Ali’ye ‘’Şaka mısın?’’ dedi, o da Veli’ye söyledi ve böylece yayıldı bu söylem, diye bir şey yok, ya da varsa da bu şimdilik hepimiz için bir merak konusu.

Doğrusu bu modanın nereden çıkıp nereye gittiği belli değil ama dili daima bir yenilenme sürecinden geçirdiği kesin. Bu yenilenme, sözcüklere yeni anlamlar kazandırıp onları farklı bağlamlara oturtsa da dili yozlaştırıp özünden koparmadıkça dilin gelişimi için umut vaat ediyor. Bu yüzden bu modaya ayak uydurup uydurmamak size kalmış ancak bu değişimi kınamak eskide sabit kalmaktan farksız fikrimce.

Edebiyat Herkesin Karnını Doyurmaz

Ekim22

Herkesin yaşamı yorumlama tarzı farklıdır kanımca. Kimisi için edebiyattır bu, kimisi için fen. ‘Herkes yaşamı aynı şekilde yorumlamalı’ gibi bir görüş katı, gerçeklikten uzak ve hatta hoşgörüsüz sayılabilir. Nitekim yaşamı yorumlamak diyince hayatın anlamını sorgulamak, insanları tanımak, duygu ve düşünceleri algılamak ve bunların tümüne bağlı olarak yaşama bakış açısını belirlemeyi kastediyorum. Edebiyata gönül vermiş kişiler için edebiyattır bu. Şiirler, romanlar, denemeler; hepsi yazanın yaşamı yorumlama biçimini ifade etmesinden meydana gelir. Okuyan da bu edebi ürünlerden kendi yorumunu çıkarmalı, duygusal ve düşünsel algısını genişletmelidir.

Edebiyatın, edebiyatseverlere kazandıracağı en büyük şey sanatsal zevkin yanı sıra farklı kişiliklere, görüşlere ve duygulara sahip geniş yelpazesiyle bilinmedik karakterleri, duyguları tanıtması ve zihni sorgulayarak empati kurma gücünü geliştirmesidir. Bu anlamda insanın kendini tanıması, özbenliğini kavraması açısından çok etkili bir yoldur edebiyat. Ancak bunun herkes için tek yolu edebiyat değildir, olmamalıdır da. Birine şiirler, romanlar hayatla ilgili çok şey öğretirken diğerine pek bir şey ifade etmeyebilir. Bazıları yaşamı şiirlerle yorumlarken bazıları sayıları kullanabilir. ‘Edebiyattan haz almıyor’ diye insanları yargılamak, onların yaşamla ilgili pek çok şeyden yoksun kaldığını söylemek apaçık farklılıklara kapalı ve yanlış bir tutumdur. Bir yazarın insanları ve yaşamı tanıma biçimi romanları iken, bunun bir ressam için çizimleri, bir müzisyen için müziği ya da bir bilim insanı için deneyleri ve araştırmaları olması kadar doğal bir şey yoktur. Bunlar farklı kişiliklerin ve algıların bir göstergesidir; bu yorumlara karşı –birini diğerinden üstün tutmadan- saygı göstermek uygar toplumun en büyük gereklerindendir.

Bu bağlamda ‘’Edebiyat karın doyurur mu?’’ tartışmasına da bir görüş getirmek mümkündür. Evet, edebiyat karın doyurur, ama her karnı değil; yalnızca edebiyata aç, şiire, romana, denemeye muhtaç olanları.

——————————————————————————————————————-

NOT: Nermi Uygur’un ”Edebiyat Karın Doyurur” denemesine bir eleştiri niteliğinde yazılmıştır.

22.10.11

Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar!

Aralık31

Yeni şeylere karşı ister istemez bir heyecan duyarız her zaman. Yeni giysiler, yeni bir saç kesimi, yeni bir ev, yeni bir araba, yeni bir şehir, yeni eşyalar… “Yeni” sözcüğü karşı konulmaz bir merak uyandırır içimizde, tekdüze hayatımızda umut ışığı olur bize. Bu sözcük, bilinçaltımızın derinliklerinde yatan Polyanna’ya can verir, istesek de istemesek de pembe gözlükleri takar gözlerimize. Çünkü hep bir hayal kurarız yeni diyince, yenisi eskisinden iyi olacakmışçasına umut ederiz. Ne zaman ki “yeni” yeniliğini kaybedip sıradanlaşmaya başlar, Polyanna çekilir köşesine, ta ki başka bir “yeni” gelip hayatımıza dokununcaya kadar; işte o zaman aynı döngü yeniden başlar.
Eğer o döngü hiç durmadan sürekli dönüyorsa içimizde, iyimserizdir. Ancak bir süre sonra artık “yeni” şeyler bile heyecanlandırmıyorsa bizi, kötümserlik tüm benliğimizi kaplamış demektir.

Yeni yıl da her yeni şey gibi heyecanlandırır bizi. Dünü biliriz, bugünü yaşarız, yarın için umut besleriz. Çünkü dünkü pişmanlıklar, bugünkü hatalar yoktur yarında; yalnızca saf umutlarımız ve hayallerimiz vardır. Bu yüzdendir ki her yıl sonunda gelecek olan yeni yıl, bizde uyandırdığı merak ve heyecanla sevinç de getirir, çoğu zaman yarın için umut beslemek yarının getirdiklerinden daha çok mutluluk verir.

Her gün yeni bir satır, her ay yeni bir sayfa hayatımızda açılan; her yeni yıl da yeni bir defterdir bizim için. Önce o güzel kapağını açar, yazmaya başlarız ilk sayfasının ilk satırlarına, umutlarla dolu en güzel yazımızla. Sonraki sayfalarda ne olur, bilinmez ama o yeni defterin yeni kapağını görmek bizi mutlu eder, içine yazacaklarımızı hayal etmenin ettiği gibi.

Halbuki bilmez miyiz ki, onların tümünü temel olarak kağıda, paragraf başından başlayıp son noktaya uzanan o uzun kağıda, yazarız; o kağıdı sayfalara, sayfaları da satırlara bölüp bir tutamına “defter” adını veren bizizdir aslında? Bir satırdan ötekine virgülle, üç noktayla uzanır cümlelerimiz, ta ki en son noktaya kadar. Zamanı da böyle bölmez miyiz? Sonsuzluğu yıllara, yılları aylara, ayları günlere, günleri saatlere, dakikalara, saniyelere bölüp buna “zaman” adını veren de biziz. Öyleyse sonsuzluğun her bir parçasında; “dün, bugün, yarın” gibi hiçbir zaman kavramı sınırlaması olmaksızın, yaşadığımız bir dünya olsa? En azından kendi dünyamızı  böyle yapma şansımız var. Peki o zaman umutlarımıza, hayallerimize ne olur? Belki gerçek olurlar…

Bugün hayal kurmamız, umut etmemiz ve bugün gerçekleştirmemiz dileğiyle…
Mutlu seneler!

31.12.10

Yeri: Deneme, Diğer | Yeni… Yeni… Yeni Yıl! Yeni Umutlar! için yorumlar kapalı

Şiir Yazmak Üzerine: Şiir Üzerinde Değişiklikler Yapılabilir mi?

Ekim13

Yazma tembelliğine bir son verme kararı aldığımdan beri canla başla yazı yazma çalışmalarına giriştim. Şiir yazdıkça şiir yazmak üzerine düşünür oldum. Geçenlerde ‘Şiir üzerinde değişiklikler yapılabilir mi?’ diye bir şey takıldı aklıma.

Benim bu konuda hep kesin bir görüşüm olmuştur: Hayır, şiir ilk yazıldığı haliyle güzeldir, bu yüzden üzerinde değişiklikler yapılamaz.
Ama geçen gün babamla, yazdığım ‘’İstanbul’da Bir Yalnız’’ şiiri hakkında konuşuyorduk. Bana şiiri beğendiğini, ancak iki dizede takıldığını söyledi. Dizeler şöyleydi:

‘’İzledim İstanbul’u,
Yükselen tepeleri, yükselen minareleri’’

Burada iki kez ‘yükselen’ kullanmak yerine;
‘’Yükselen tepeleri, incecik minareleri’’ dersem daha iyi olabileceğini düşünüyor.
Evet, belki daha iyi olabilir. Ama benim fikrim şu yönde:

Bu bir düz yazı olsaydı, kesinlikle onu defalarca okur ve üzerinde pek çok değişiklik yapardım. Aynı şekilde bir resim olsaydı; defalarca siler, yeniden çizerdim. Mükemmelliği yakalamaya çalışırdım. Ama bu bir şiir ve şiir, benim tanımıma göre, duyguların kelimelerle kağıda ahenkli bir şekilde dökülmesidir. Bir kez dökülür ve öylece kalır. Çünkü duygular anlık, kelimeler kalıcıdır. Duyguyu o an yaşar ve kağıda geçirirsin; bence en mükemmel hali de odur.

Eğer sonradan en ufak bir şeyi değiştirirsen şiirde, büyüsü bozulur. Eğer ben şimdi o iki dizeyi değiştirirsem; belki okuyan biri daha çok beğenecek ama benim için anlamını yitirecek, aynı tadı alamayacağım bir daha okuduğumda.

Kesinlikle yanlış anlaşılmasın, her zaman eleştiriye açığım, hatta eleştiri almaktan memnun olurum; çünkü bu, şiirime değer verildiğini gösterir. Eleştirilen noktalara bir sonraki şiirimi yazarken dikkat ederim hep, şiirimin ilk halini değiştirmeyi düşünmem hiç. Dediğim gibi bir nesirden, resimden farklıdır şiir. Büyük ressamlar resim bizim gördüğümüz hale gelene kadar yüzlerce desen çalışması yaparlar mesela. Ama şairler…

Fazlasıyla amatör bir şair olarak bence şiir her zaman ilk haliyle güzeldir. Siz ne dersiniz?

13.10.10

Newer Entries »