Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

Çok Satanlar ve Başyapıtlar Üzerine

Mayıs15

Son zamanlarda benimsenmiş bir yanılgıdan oldukça rahatsızım. Kitapçıların ‘’çok satanlar’’ bölümünü süsleyen eserler öyle çok olumsuz eleştiriye maruz kalıyor ki yapıtların yazınsal değerlerinin yanı sıra onları okuyan modern okur da ‘’seçkin’’ yazarlar, eleştirmenler ve ‘’bilinçli’’ okurlar tarafından sığ olmakla suçlanıp yerden yere vuruluyor. Bu yergilere dayanak olarak da –Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ * yazısında yaptığı gibi– gelmiş geçmiş en iyi eserlerden kabul edilen, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i gibi başyapıtlarla yapılan karşılaştırmalar öne sürülüyor.

Bu noktada herhangi bir eleştiri yapmadan önce bu çok satan yapıtların neden çok sattığını incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Nedenleri arasında belirli bir yazarın medya tarafından sürekli öne çıkarılması; röportajlarda, söyleşilerde emeğinin ötesinde bir ayrıcalıkla sık sık yer alması olabilir. Ancak ‘’seçkin’’ edebiyatçılarımızın göz ardı ettiği unsur, yapıtların yalnızca medyanın pohpohlamasıyla yüz binlerce okur tarafından beğenilip zirveye tırmanamayacağı gerçeğidir. Çok satan –diğer deyişle gözde– yapıt yazınsal dil bakımından ‘’Suç ve Ceza’’ ile pekala yarışamayabilir, hatta seçkin bir edebi dile bile sahip olmayabilir. Ancak ”her yazınsal yaratının işlevi insanı, insana anlatmaktır’’ ** diyorsak bu gözde yapıtların da bir şekilde insanı farklı yönleriyle okura anlattığını; yazarın, yarattığı fantastik ya da gerçekçi ama özgün karakterleriyle okur arasında bir bağ kurmayı başardığını kabul etmek gerekir. Çok satan fantastik romanların okurun düş gücünü beslediği ve gerçekdışı öğeler aracılığıyla gerçek olan insani özellikleri sorgulatarak ‘’insanı, insana anlatma’’ işlevini yerine getirdiği söylenebilir. Öte yandan çok satanlar arasında günlük yaşamın içinden olan ve pek çoğunca ‘’hafif ve edebilikten uzak’’ olmakla suçlanan yapıtların, okuru, günlük hayattaki tuhaf, gülünç ve sıradan eylemlerini fark etmeye, bunları sorgulamaya yönelttiği ve bu sıradan ayrıntılarda gizli olan modern insanın tuhaflıklarına yalın ve içten bir anlatımla dikkat çektiği yadsınmamalıdır. Nitekim bu denli büyük bir okur kitlesinin beğenisini kazanmak –bu kitleyi ‘’sığ ve bilinçsiz’’ olarak da görebilirsiniz tabii– her yiğidin harcı olmasa gerek!

Çok satan yapıtların ardındaki unsurlara kabaca değinmiş olarak ‘’Neden bu yapıtlar çok satıyor?’’ sorusunda ufak bir değişiklik yapıp ‘’Neden yalnızca bu yapıtlar çok satıyor?’’ konusuna geçebiliriz sanırım. Çok satan romanların edebi değerine yönelik gözü kapalı yapılan taşlamalara ne kadar karşıysam, yazınsal olarak yalnızca çok satan romanlardan beslenen okur kitlesine de o kadar karşıyım. Çok satan romanları hiç kaçırmadan takip eden pek çok okurun Dostoyevski’den, Tolstoy’dan, Bronte kardeşlerden, Shakespeare’den ya da bunlar gibi yazarların başyapıtlarından neredeyse hiçbirini okumamış olması ironik olduğu kadar –ne yazık ki– gerçek de. Ancak bu noktada suç, tek başına okurun değil. ‘’Klasikler’’ olarak adlandırdığımız bu başyapıtlar çok satan romanlara gösterilen ilginin onda birini görse toplumsal olarak yazınsal kültürümüzün önemli ölçüde yükseleceğine inanıyorum. Bunun da ötesinde klasiklerle ilgili düşülen önemli bir yanılgı olduğu görüşündeyim. Klasiklerle ilk olarak yaşamınızın hangi evresinde karşılaştığınızı anımsayın. Bu noktada benim aklıma ilkokul ikinci sınıfta kitaplık kolu olduğum zamanlar geliyor. Sınıfımızın kitaplığında klasiklerin kısaltılmış basımları bulunurdu; biz de her hafta bir klasik alır, okurduk. Charles Dickens’ın Oliver Twist’ini, Victor Hugo’nun Sefiller’ini o yaşta okumuştum. Ayrıca ‘çocuklar için klasikler’ niteliğinde bir dizi kitap alıp bitirmiştim. Peki ne işe yaradı? Okumayı henüz söktüğüm o yaşlarda bu başyapıtlardan hiçbir şey anlamadığım gibi ‘’klasik’’ sözcüğünü ‘’sıkıcı’’ sözcüğüyle eş anlamlı sanıp o yaşta okuduğum klasiklerden tekini bile bir daha elime almadım. Nitekim henüz benliğinin farkında olmayan 8-9 yaşlarındaki bir çocuğa, klasikleri okumanın katacağı pek bir şey olmadığını ancak şimdi anlıyorum. Üzücü olan şu ki benim gibi pek çok kişi klasikleri o kadar küçük yaşta değil de 14-15 yaşlarında okumaya başlasa hem bu başyapıtlar ‘’sıkıcı ve anlaşılmaz’’ olarak nitelenmekten çıkıp hak ettikleri değere kavuşacak hem de belki de pek çok okurun baş ucu kitabı olarak çok satan romanların yerini alabilecek. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı ‘’100 Temel Eser’’ adı altında ilkokul çocuklarını kısaltılmış klasikleri okumaya teşvik etmeye, öğretmenler de bunları ödev olarak okutmaya devam ettikçe başyapıtlar ‘’sıkıcı’’ damgasından kurtulup asla ilkokul sıralarının ötesine geçemeyecek. Nitekim çok satan romanlar kitapçıların girişlerini süslerken başyapıtlar arka raflarda tozlanmaya devam edecek.

* Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ adlı yazısı Sözcükler dergisinin 36.sayısında yer almıştır.

** Bu tümce, Emin Özdemir’in ‘’Anımsamalar’’ adlı yazısından alıntıdır.

 

14.04.12

Comments are closed.