Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

İki Kişilik

Ocak19

‘Pardon, iki kişilik yer ayırtmıştım da’

Hafif çekingen ve tereddütlü yanıtımla birlikte, beyaz gömlekli garsonun sorgulayan ifadesinin yerini nazik bir tebessüm alıyor.

‘Şöyle buyrun hanımefendi’

Nedendir bilmem, ‘hanımefendi’ hitabı halen tuhaf geliyor kulağıma. O ufaktan sinir bozucu ‘küçük hanım’ hitabından, yalnızca ‘hanım’a, üstelik oradan da öte ‘hanımefendi’ye ne ara terfi ettim, belirsiz.

Bize ayrılan masa cam kenarı. Yerinde bir seçim; ne de olsa O gelince, ikimizin de lokma aralarında camdan dışarıya gözlerimizi kaçırmaya, manzaranın güzelliğine dalmış numarası yapıp derin, tedirgin nefeslerimizi camın soğuk buharına yaslamaya oldukça ihtiyacımız olacak. Ya da belki de yalnızca kendi adıma konuşmalıyım. İkinci çoğul şahıs ekini O ve ben için kullanmayalı öyle çok zaman oldu ki belki de bu eke, bu iki yabancılaşmış kişiliğin yeniden sığabileceğini düşünmem bile, komik ve acınası.

Garsonun kibarca çektiği sandalyeye oturur oturmaz içimi inceden bir ürperme kaplıyor. O her zaman rüyalarıma giren sahnelerden biri değil bu. Her şey gerçek, hem de fazlasıyla. Buradayım, bu restoranda, bu iki kişilik masada ve O’nun gelmesi an meselesi. Artık uzakta değilim, aynı şehirdeyim O’nunla. Adresi biliyor, şu an nerede olduğumu, ve fark ediyorum da, bu çok yabancı bir duygu bana, bunca zaman binlerce kilometre uzakta yaşadıktan sonra. Dilimin kuruduğunu hissediyorum, bu gece ona ne çok ihtiyacım olacak oysaki. Ne güzel cümleler, ne ince elenmiş sözcükler tasarladım onun için; ne çok söyleyeceği şey var bu kuru dilin bu gece.

‘Bir bardak su alabilir miyim?’

‘Hemen efendim’

Şu anda şu köşedeki kapıdan girse, ne olur acaba? Nasıl görünür gözüme? Belki kilo almıştır, ya da vermiştir—göbekli midir hala? Saçları eskisi kadar siyah mıdır, yoksa beyazlamış mıdır? Belki dökülüyordur bile, bakarsın azıcık kel bile kalmıştır, kim bilir. Ama yine de yumuşacıktır o incecik saçları. Yine dizime uzansa, ellerimi okşar saçları.

Masaya konan bardağı ancak fark ediyorum. Titreyen ellerimle uzanıp bir yudum alıyorum. Sonra bir yudum daha. Bir bakmışım, bardak boşalmış. İçimdeki ürperme suyun soğuğuyla ikiye katlanıyor. Boş bardağı son bir defa ağzıma götürüyorum; bir bakarsın, belki bir damla daha kalmıştır. Belki yalnızca boş görünüyordur, belki camın saydamlığı aldatıcıdır. Kim bilir nice okyanuslar gizlidir o boşluğun ardında, görünüşe kanmamak lazım. Bardağı ağzıma 90 derece dayayıp öylece kalıyorum bir süre, son damlanın dudaklarıma doğru çizdiği yolu izliyorum. Ve bekliyorum. Umutla, hevesle, açlıkla. Bekliyorum.

‘Başka bir şey arzu eder miydiniz?’

Bardağı bir hışımla masaya bıraktığımda, geldiğimden beri dokunmadığım menü ilişiyor gözüme.

‘Yok, ben aslında birini bekliyorum’

‘Peki öyleyse’

Masayı terk ederken bardağı da götürüveriyor genç çocuk. Bir şey dememe kalmadan soldaki kapıya doğru ilerliyor.

İçimdeki ürpermeye karşın bir anda bir ateş basıyor, öyle ki tenim buharlaşıyor sanki. Halen çıkarmamış olduğum kalın kırmızı paltomun düğmelerini hızla açıyor, paltoyu vücudumdan sıyırıp sandalyeme giydiriyorum. Zaten düzgün olan, annemin özenle ütülediği açık pembe kazağımı gereksiz bir çabayla kenarlarından çekiştirerek düzeltip iyice ısınmış olan sandalyeye bir daha oturuyorum. Kazağım oldukça sade, yakası boğazıma kadar geliyor, kollarıysa bileklerime. O’nun bana eski günlerde aldığı kazaklardan, yalnız birkaç beden büyük bu kez. Modaya çok uygun olmasa da kullanışlı, sıcak tutuyor. Kaşmir, desensiz, dekoltesiz. Kadınsı değil, düzgün. Bu akşama uygun. Önemli olan bu.

Önümde uzanan menüye ilişiyor ellerim. Şöyle bir kaldırıp listelenen yiyeceklere bakıyorum. Ama boşuna. Şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, menüye çok bakmaz O, ne alacağını bilir. Her zamankinden. Listeye bir iki göz gezdirse bile, kahvaltı için değilse, çorba tarafına çok gitmez gözü. Ama ana yemek ne kadar büyük olursa olsun, zeytinyağlılarda yaprak sarma varsa, onu mutlaka ısmarlar. Sarmayı ne çok sever; bir keresinde bir dostum yaprak sararken O’na da bir kase ayırıvermişti, gözleri dolmuştu garibimin. Ben ona hiç oturup yaprak sarmadım. Öyle işlere gelemem ben, bayar beni, sıkılırım. Şimdi olsa, şimdi şu kapıdan girse, karşıma otursa, yeter ki şu kapıdan girse ve karşıma otursa, işte o zaman saatlerce sarma sarabilirim O’na, bıkmadan, usanmadan, şikayetlenmeden. Yeter ki—

‘Kuru fasulyemiz çok ünlüdür, isterseniz’

Dar beyaz gömlekli delikanlıya dönüp ‘Teşekkürler’ diyorum, yüzüme iki beden büyük gelen, kendini beğenmişliğe vuran bir öz güvenle, ‘Biraz daha bekleyeceğim.’

Genç çocuk yanımdan ayrılır ayrılmaz yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Bu gereksiz gerginliğin sebebi ne? Kendine gel, kızım. Elin garsonuna tavır yapmanın bir anlamı yok.

Paltomun cebine uzanıp telefonumu çıkarıyor, masanın üzerine bırakıyorum. Bir dokunuşla tertemiz deniz manzarası aydınlanıveriyor. 18:16. Sayılar önemsiz. O hep geç kalır zaten, adeti budur. Bizim evin önünden her alışında az mı bekletti beni. Bir keresinde otobüs garında üç saat beklemiştim, aç ve oruçlu, bir Ramazan sabahı. O’nun da suçu değil tabii, şarjım bitmişti benim, haberi yoktu yani saatlerce yanımda dikilenlerin sigara dumanını avuç avuç yediğimden—orucumu da istifimi de bozmaksızın.

18:17. Tam 17 dakika. Ama doğru ya, sayılar önemsizdi. 17 önemsiz, tıpkı az sonra 18’in önemsiz olacağı gibi. Ve 19’un. 19 yaş da önemsiz, bakmışsın hemen 20 oluveriyor; bir de bakmışsın, bir koca yaş O’nsuz geçiveriyor. 21 de önemsiz mesela, 21 Şubat da. Bak, 18:22 oluvermiş bile, anlamamışsın. Ya da 23. 23 Aralık. Hepsi numara bunların, hepsi anlamsız.

‘… Usta’nın Dünyaca Ünlü Kuru Fasulyesi’

Menünün üzerine büyük harflerle işlenmiş bu sözcükler. Dünyaca ünlü mü bilinmez ama pek lezzetlidir bilirim. İlk O’nunlayken tatmıştım bu şeker fasulyesini. Ta İspir’den getiriyorlarmış bunu, lezzetinin sırrı da tereyağında pişirilmesindeymiş. Sonra pek çok kez geldik buraya O’nunla. O, menüye bile bakmaz, kuru fasulyeyi hemen ısmarlardı. Ben yanına tereyağlı pirinç pilavı alırdım. O ise ne kadar canı çekse de şekerine dikkat eder, bulgur pilavı söylerdi. Sonra da benim tabağıma uzanır, çok sevdiği pirinçten birkaç kaşık çalardı. Arada bunu şakaya vurur, görmeyeyim diye tabağıma gizliden yanaşır gibi yapardı. Göz göze gelir, gülüşürdük. Gülünce gözleri kısılırdı. Gerilen kirli sakallı yanaklarının ortasında beyaz porselen dişleri görünürdü. Tek tek incelediğinde yüzünün hiçbir yeri benzemese de güldüğündeki bakışı tuhaf bir şekilde beni andırırdı. Gamzelerim ona çekmiş, öyle derlerdi. Bu yorum, beni hep rahatsız ederdi; kan bağı da olsa bir erkeğe benzetilmeyi tuhaf bulurdum. Şimdi düşünüyorum da, gülüşümü hiç bu kadar sevmemiştim, gamzelerimi de.

Parmaklarımın sıkıca kavradığı menüyü beyaz masa örtüsünün üzerine geri bırakıyorum. Sonra o müzik çalmaya başlıyor. Beynimin çeperlerine hapsolmuş o müzik. Concierto de Aranjuez por Rodrigo. Küçüktüm bayağı, araba sürüyordu O, bense arka koltuktaydım. Bu klasik müzik konçertosunu çalmıştı arabanın teybinde. Sonra bir daha çaldı. Sonra bir daha. Sevdim, dedim O’na. Sevmiştim, fakat O hiç bilmedi ötesini; O’nunla ilgili tüm hüzünlerimi, Rodrigo’nun gitarının o ince titreşimleri arasına gizlediğimi. Çok, çok uzun süre, O hiç bilmedi. Çünkü söylemedim. Söylemedim ve O vardı. Sonra bir gün, söyleyiverdim. O yok oldu. Ve 18:36’da, O halen yoktu.

‘Müessesemizin ikramı efendim’

Beyaz kollu bir el önüme ince belli bardakta bir çay koyuveriyor. Müziğin gölgesinde teşekkür sözcükleri kuru dudaklarımın iç çeperine saklanmış; hiçbir şey diyemiyorum. Fakat ölesiye merak ediyorum; garson çocuk da duyuyor mu bu müziği? Yoksa onun dünyası sessiz mi, belki daha huzurlu, daha az fırtınalı? Ya da belki de onun, suratına bakan boş sandalyeler olmamıştır hiç, ya da umarsızca ilerleyen sayıları, günleri, ayları, yılları. Belki onun içtiği çaylar hiç böyle yalnız kalmamıştır; ince belli, tavşan kanlı, dumanı tüten, fakat bir başına.

Elim ister istemez telefona uzanıyor. Bu kez mavi deniz manzarasını hızla yok ediyor, yeşil konuşma baloncuğuna tıklıyorum. İletildi sözcüğünü arıyor gözlerim, fakat bulamıyor. Okundu yazıyor yalnızca. Ve yanında birkaç sayı. Sayılar önemsiz. 7 önemsiz bir sayı mesela, 7 saat de öyle. Okundu. Bu yeterli.

Bardağı ince belinden tutup avuçlarımın arasına alıyorum. Müzik uzaklaşıyor yavaş yavaş. Kulaklarımı ufaktan bir uğultu kaplıyor. Çayın kaynar dokusu ellerimi yakıyor. Parmaklarımı kıpırdatmıyorum. Görüşüm bulanıyor, gözlerimi kırpıştırıyorum. Bardağın ateşten duvarına yapışmış ellerim, acıyor inceden. Parmaklarım acıyor. Canım acıyor. Susuyorum. Dinliyorum, uzaklaşan müziği ve kulaklarımı karıncalandıran uğultuyu. Neden sonra müzik diniyor. Uğultu yok oluyor. Ne ara açıldığını bilmediğim pencereden birkaç korna sesi çalınıyor kulağıma. Soğumuş dolu çay bardağını bırakıp ayağa kalkıyor, paltomu koluma alarak çıkış kapısına ilerliyorum.

Sevde Kaldıroğlu
17 Ocak 2016, Pazar

Comments are closed.