Sevde'nin Günlüğü

Yazmayı seviyorum…

”Ölü Deniz Mezarlığı” – Öykü Eleştirisi

Ağustos12

Aşağıdaki yazı, şu linkten sesli dinleyebileceğiniz ”Ölü Deniz Mezarlığı” öyküsü üzerine bir incelemedir.

İbrahim Karaoğlu’nun “Ölü Deniz Mezarlığı” adlı öyküsü 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olaylarıyla yaşamı değişen bir bireyin bu sebeple kaybettiği bir sevdiğine, Şirozer’e, yönelttiği bir duygu akışı sayılabilir. Her ne kadar değindiği konu siyasi olsa da, öykü bu olayın toplumsal ve hatta bireysel etkilerini yansıtmış, pek çok karşıt duyguya ve pek çok farklı duyuya ağırlık vererek lirik bir yazınsal ürün örneği oluşturmuştur. Dolayısıyla “Ölü Deniz Mezarlığı” yer ve kişi isimleri ile yer yer belirtilen tarihler aracılığıyla bu tarihi olayı fona yerleştirdiğini belirtirken odağına, yiten anılar, özlem, hüzün, mutluluk, sevgi ve korku gibi evrensel temaları oturttuğunu açıkça hissettirmektedir.

Öykü, sırasıyla masum mutluluk, çaresiz korku ve bitmek tükenmek bilmeyen öfke duygularını işleyen üç bölümden oluşmaktadır. Bunların yanı sıra öykünün tümünde içten içe hissedilen derin bir hüzün yer almaktadır. Anlatıcı Şirozer’e seslenişine “eski” sözcüğüyle başlar. Daha ilk sözcükten geçmişi yad edeceğinin ipuçlarını vermektedir aslında. Çocukluk anılarını anımsayışını “belleğimin kuytularındaki ayna” benzetmesiyle anlatmaya başlamış ve öykü boyunca sürekli farklı biçimlerde vurgulayacağı koku duyusunun ilk örneğini vermiştir: “Bir yosun kokusuyla başladı her şey. O nemli koku, belleğimin kuytularındaki aynaların lekelerini boyadı.” Yazar, ürününe sindirdiği koku duyusuyla anıları ve geçmişi bağdaştırmış, bir anlamda bir kokunun geçmişten gelen, unutulmuş ya da unutulmaya çalışılmış bir anı geri getirebilme yetisini öyküsünde başarıyla kullanmıştır. Yosun kokusu çocukluk şehri İzmir’in denizini anımsatmakta, bu şekilde zihninde canlanan anıları ise anlatıcının çocukluğunu birlikte geçirdiği Şirozer’i beraberinde getirmektedir.

Mecazi anlatımın yoğun olduğu giriş bölümünden sonra anlatıcı, “Tersine dönmeye başladı yelkovan” sözleriyle okuru çocukluğuna ve tabii ki Şirozer’le yaşadığı çocukluk anılarına götürür. Öykünün gövdesinin ilk kısmı olan bu bölümde çocukluktan gelen bir masumiyet, saflık ve basit eğlencelerden alınan sonsuz bir haz duygusu öne çıkar. “(…) doyamazdık hayata, sevgiye ve uçarı hayallerle oyun kurmaya.” tümcesinde de anlatıldığı gibi, bu bölümde çocuklukta kurulan uçsuz bucaksız hayallere sık sık değinilmekte, hatta hayallerin gerçekliğin çirkinliğiyle henüz yüzleşmediği o günlere dair bir özlem hissettirilmektedir. Özellikle “Ne geçip giden zamanı, ne de yolları hesaplardık. Gölgelerden bilirdik zamanı.” ve “Leke tutmazdı tenimiz. Çabuk iyileşirdi yaralarımız.” tümcelerinde çocukluğun bir anlamda ilkel, medeniyetle yontulmamış doğal yapısına duyulan özlem iyice belirginleşir. “Her şey, gibiymiş. Aslı çabuk yitermiş her şeyin.” sözlerinde ise özlemin içine gizlenen hüzün ve belki de bugüne dair bir umutsuzluk ile hafif bir pişmanlık sezilmektedir.

Çocukluğun derinliklerine inilirken bu mutlu dönemin geçtiği uzam olan İzmir’e ait öğelere de sıklıkla yer verilmiştir. “Karantina, Susuz Dede Tepesi” gibi yer isimleriyle uzam kesin bir şekilde belirtilirken “sakız ağacı, körfez, koy, balıkçı, imbat, deniz” gibi sözcüklerle bir Ege kıyı kenti olan İzmir tasvir edilmektedir. Özellikle “Sakız tipi evlerdi, gömme giriş kapılı, dar ön cepheli, küçük cumbalı.” betimlemesi pek çok Ege kentinde bulunan, Rum evleri olarak da anılan, Ege’ye özgü yapıları akla getirir ve böylece yer isimleriyle yaratılan gerçeklik ve güvenilirlik duygusunu pekiştirir; nitekim anlatıcının sık sık mecazi bir biçemle aktardığı olayların, gerçekte var olan uzamlarda geçmesi okurun –özellikle de Ege kentleriyle bir geçmişi olan bir okurun– öyküyle bütünleşebilmesine yardımcı olur. Bunun yanı sıra “Şirozer, Domina” gibi Yunan isimleri ile “Yo Era Ninya” gibi Yunanca sözcükler anlatıcının ve çevresinin İzmir’de yaşayan Rumlar olduğunu göstermektedir.

Birlikte geçen çocuklukla birbirine sıkı sıkıya bağlanan anlatıcı ile Şirozer’in ayrılığı öykünün ikinci bölümünde ortaya çıkar. 1955 yılında siyasi nedenlerle ortaya çıkan Türk-Rum gerginliği sonucunda 6-7 Eylül tarihlerinde İstanbul ve İzmir’de pek çok Rum ve diğer azınlıklar ayaklanan binlerce Türk tarafından öldürülmüş, taciz edilmiş ve maddi ve manevi anlamda büyük zararlara uğratılmıştır. Nitekim bu olaydan zarar gören her insanda olduğu gibi 6-7 eylül olaylarının anlatıcının ruhunda yarattığı derin hasarı öykü boyunca gözlemlemek olanaklıdır. Anlatıcı Şirozer’i yitirdiği 6-7 Eylül olaylarını “O kara Eylül gecelerini; 6-7 Eylül’ü, çarşambayı, perşembeyi…” şeklinde nitelemekte, böylece o günlerde yaşananlara duyduğu öfkeyi dile getirmektedir. “(…) zorbalık yürüyordu sokaklarda. Hoyrat naralar, korkumuzu büyütüyordu durmadan. Herkes birbirine sokulmuştu.” tümcelerinde bu olayların bireylerde yarattığı çaresiz korku ve endişe karşısında insanların birbirlerine kenetlenerek birbirlerinden güç alma gereksinimi vurgulanmıştır. Bu bölümde de, yazarın başarıyla kullandığı “koku” izleği göze çarpar; anlatıcı “o yaşam hırsızlarının kalabalığı” olarak nitelediği, pek çok insanın canını alan isyancılara karşı beslediği öfkeyi “çürümüş balık kokusu” sözleriyle etkili bir şekilde açığa vurmakta, hatta okurun zihninde bu mide bulandırıcı kokuyu canlandırarak öfkesini okura duyumsatmaktadır. “(…) insanın insandan ve hayattan korktuğu anlar” diye anımsanan bu iki günlük zaman dilimi anlatıcının çok sevdiği Şirozer’in intihar etmesine sebep olarak ona yaşamı boyunca yüreğinde taşıyacağı bir kin ve ıstırap bırakmıştır. Bu acı olaydan sonra Şirozer’den geriye kalan tüm mutluluğu “ısırıklarla öldür(en)” anlatıcının yaşamında isyan, öfke, acı ve “güvensiz yalnızlıklar”dan başka hiçbir şey kalmaz.

Öykünün üçüncü bölümünde “Yıllar sonra, dün yeniden geldim bu yaşlı şehire” tümcesi ile anlatıcının İzmir’e –çocukluk şehrine; anılarını bıraktığı şehre– dönmesiyle özleminin ve acısının anılarıyla birlikte canlandığı anlaşılır. Ancak öyküdeki baskın hüzün duygusunu arttıran bir unsur ise bu anılar şehrinin bırakıldığı gibi kalmaması, anlatıcının belleğine kazınan güzelliklerini yitirmiş olmasıdır. “(…)beton yığını apartmanlar yapılmış. Ruhları boşalmış evlerimizin.” gibi sözlerle bu değişime değin düş kırıklığını vurgulayan anlatıcının “içimdeki cehennem” diye ifade ettiği öfkesi büyümüş, ona çocuksu mutluluklarını anımsatan bu mekanın köklü bir değişim geçirmesiyle içinde, doğup büyüdüğü ve bir zamanlar çok tanıdık gelen bu şehre dair bir yabancılık oluşmuştur. Belki de tek tanıdık kalan yere, Şirozer’in mezarına giden anlatıcı içine düştüğü cehennemden çıkmak istercesine ölü sevdiğine sığınır; “Üzerine serilmiş lavantaları okşadım. Kokuları, ruhunun sükuneti gibi doldurdu içimi.” sözlerinde yeniden yer verilen “koku” duyusunun anlatıcıda bu kez hüzün ve kin duygularına karşıt olarak huzur ve “sükunet” uyandırması da –tıpkı öyküyü oluşturan seslenişi doğuran itki gibi– bu sığınma arzusundan doğar. Ancak acı ve öfkeye yabancılığın eklenmesiyle içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulamayan anlatıcı bu sığınmadan da bir çözüm elde edemeyeceğinin farkındadır. Yalnızca içindeki açmazı ölü de olsa en yakın hissettiği ve derin bir özlem duyduğu Şirozer’e anlatma ihtiyacı içindedir.

Öykünün sonunda anlatıcı, “yaşlı bir ressam”ın tuvale resim yapması örneğini vererek yaşamın bir fırça darbesiyle nasıl değişebileceğini belirtmekte, aynı zamanda Şirozer ile kendi yaşamının da 6-7 Eylül olaylarıyla yalnızca iki günde nasıl alt üst olduğuna dikkat çekmektedir; nitekim birinin fiziksel anlamda yaşamı sonlanırken diğerinin yaşamı bir ıstıraba dönüşmüştür. “Zaman en kalın boyalarla geçti üstümüzden…” tümcesinde bu düşünce etkili bir biçimde vurgulanmaktadır. Seslenişini “bana düşen, anılar bahçesinde hüzünlenerek dolaşmaktır” dizeleriyle bitiren anlatıcı yaşamının anlamı kalmadığından anılara tutunmaya devam edeceğini ve hüznünü de öfkesi gibi daima yanında taşıyacağını söylemekte; sözlü seslenişini noktalandırsa da “sessiz çığlı(ğını)” hiç sonlandırmayacağını belirtmektedir.

Sevde Kaldıroğlu

04.11.12

çatı katı

Temmuz28

bir bahar akşamı
kırmızı
kırık dökük
çatı katında
düşlerim
alev alev
sönüyor
gün batımına
kalmadan
umutlarım
uyanıyor
neden sonra
uykuya
dalıyor
şimdi
ve elimde kalan
bir avuç
mazi
ayaklanıyor
kırmızı
kırık dökük
çatı katında
bir kış sabahı

Sevde Kaldıroğlu
19.07.13

Yeri: Edebiyat, Şiir | çatı katı için yorumlar kapalı

Kazandibi

Temmuz24

Seviyorum
Şuraya mı otursak?
Seviyor musun gerçekten?
Sakızın var mı?
Hayır
Bir sade, bir bol şekerli
Çok mu istedin peki bunu?
Falına da bakarız
İstemedim
Fazla acı geldi
Neden peki?
Kısmet görünüyor sana
Hiç bilmedim ki nedenini
Aa bak yüzük de çıktı
Dur öyleyse
Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım
Susuyorsun yine
İki kazandibi alabilir miyiz?

Sevde Kaldıroğlu
10 Temmuz 2012

1923 Türk-Rum Mübadelesinde Türk Mübadillerin Karşılaştığı Zorluklar Üzerine Bir İnceleme

Temmuz21

1923 Türk-Rum nüfus mübadelesi sırasında Türkiye’ye göç eden mübadiller, hazırlıkların ve alınan önlemlerin yetersizliği ve ülkenin savaştan çıkmış hasarlı durumu gibi nedenlerden dolayı göç, yerleştirilme ve yeni bir yaşam kurma süreçleri boyunca yoksulluk, evsizlik ve uyum sorunu gibi zorluklarla karşılaşmışlardır.

İÇİNDEKİLER

i) Giriş
ii) Mübadele Öncesi Türkiye’de Türk-Rum Demografik Yapısı
iii) Mübadele Sırasında Yaşanan Güçlükler
iv) Yerleştirilme Sürecinde Yaşanan Güçlükler
v) Mübadiller Yerleştirildikten Sonra Ortaya Çıkan Sorunlar
vi) Sonuç
vii) Kaynakça

———————————————————————

i) Giriş

I.Dünya Savaşı’nda yenilen tarafta bulunan Osmanlı Devleti’nin galip gelen İtilaf devletleri tarafından işgal edilmeye başlanmasına tepki olarak, Türkler 1919’da Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış; Batı Cephesi’nde Yunanlılarla mücadele eden Türkler savaşın sonunda galip gelmiştir. Ancak iki ülke arasında yaşanan mücadele ve gerginlik Yunanistan’da Türklerin, Türkiye’de de Rumların barınmasını zorlaştırmış, bir çözüm yolu bulunmasını gerekli kılarak mübadeleyi “zorunlu bir ihtiyaç” haline getirmiştir.[1] Nitekim 1923 Lozan Barış Antlaşması’nda karara varılarak Batı Trakya’daki Türkler ile İstanbul’daki Rumlar istisna olmak üzere Türkiye’deki Rumlar ile Yunanistan’daki Türkler zorunlu göçe tabi tutulmuş, iki ülke arasında nüfus mübadelesi yapılmıştır. Türk-Rum nüfus mübadelesi ile 1923’te Yunanistan’a 1.250.000 – 1.400.000 Rum, Türkiye’ye yaklaşık 350.000 Türk göç etmiştir.[2] Bu makalede 1923 ile 1924 yılları arasında Türkiye’ye göç eden mübadillerin, mübadele sırasında ve sonrasında karşılaştıkları sorunlar ele alınacaktır.

[1] Ali Onay ile yapılan 17.07.12 tarihli sözlü görüşme
[2] Bkz. Hirschon, Mübadele Çocukları, s. 34

ii) Mübadele Öncesi Türkiye’de Türk-Rum Demografik Yapısı

Mübadelenin yol açtığı sıkıntıları incelemeden önce mübadele öncesi Türkiye’deki Türk-Rum demografik yapısına değinmekte fayda vardır. 1919 Şubat ayında yapılan tespite göre Anadolu’nun yaklaşık %15’ini oluşturan gayrimüslim nüfusun yarısından çoğu Rumlardan oluşuyordu (Bkz. Tablo 1). Ayrıca Trakya’da nüfusun yaklaşık %26’lık dilimini, İstanbul’da—o dönemki adıyla Dersaadet—ise nüfusun %29’luk dilimini Rumlar kapsıyordu.[3] Zamanla Anadolu’da Müslüman sayısı artarken Ege’de özellikle de etkin ticari faaliyetlerinden dolayı Rumların çoğaldığı gözlemlenmiştir.[4] Bu noktada 1912 ile 1922 arasında I.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı nedeniyle Anadolu nüfusunun %20’sinin yok olduğunu ve savaş sırasında azınlık nüfusunun bir kısmının farklı ülkelere göç ettiğini belirtmek gerekir. Böylece yavaş yavaş tam anlamıyla ulus-devlet yapısına bürünen Türk devleti toplumsal olarak da homojenleşme sürecine girmiştir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilk ve büyük sorunu” olan nüfus mübadelesi bu toplumsal homojenleşme ve uluslaşma sürecini hızlandıracaktır.[5]

(a)

Kişi sayısı Toplam nüfusa oranı Trakya’daki kişi sayısı Belirtilen grubun Trakya’daki nüfusunun toplam nüfusuna oranı* İstanbul’daki kişi sayısı** Belirtilen grubun İstanbul’daki …(a)… nüfusunun toplam …(a)…. nüfusuna oranı*
Müslüman 9.291.346 % 85 360.417 % 4 580.432 % 6
Rum 1.014.612 % 9 224.680 % 22 242.559 % 24
Ermeni 542.572 % 5 19.888 % 4  –  –

Tablo 1: 14 Mart 1914 Osmanlı Verilerine Göre Anadolu İllerinde Nüfus Dağılımı

 
*İlk dört sütun ve altıncı sütundaki bilgiler doğrudan Turan’ın Mübadelede Ayvalık” adlı yüksek lisans tezinden alınmış; beşinci ve yedinci sütunlardaki oranlar ise bu sayılara dayanarak sonradan hesaplanmış ve elde edilen sonuçlar en yakın tam sayıya yuvarlanmıştır.
**Adı geçen tezde İstanbul” değil, aynı anlama gelen Dersaadet” ismi kullanılmıştır.
 
[3] Bkz. Turan, Mübadelede Ayvalık”, s. 33
[4] Turan, agt , s. 31
[5] Bkz. Kiracı, Cumhuriyet Döneminin İlk Göçü: Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi”, s. 3

iii) Mübadele Sırasında Yaşanan Güçlükler

Mübadele sonucunda her ne kadar Rum göçmenler de Türk göçmenlere benzer sorunlarla karşılaşmış olsa da iki ülkenin bulundukları durum, toplum yapıları ve aldıkları dış yardım konusundaki ayrımları bu süreçlerin farklılık göstermesine sebep olmuştur. Bu farklılıkların başında Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan mücadelelerin Anadolu’da gerçekleşmiş olması gelmektedir. Batı Cephesi’nde her ne kadar Yunanlılar ile Türkler savaşmışsa ve Yunan ekonomisi de bu çatışmalarla bunalıma sürüklenmişse de, bu savaşların tümü Türk topraklarında geçtiğinden Türkiye’nin manevi yönden olduğu kadar fiziki ve maddi yönden de büyük bir yıkıma uğradığı söylenebilir. Mahmut Celal Bayar’ın tanımıyla “yanık ve harap” olan yurtta, gelen mübadilleri yerleştirmek oldukça güç olmuştur.[6] Bu güçlüklerin giderilememesinde Türk hükümeti sık sık plansızlık ve “programsızlık”la suçlanmış ve eleştirilere maruz kalmıştır.[7] Bu eleştirilerin yersiz olduğunu söylemek olanaksızdır; zira mübadillerin yerleştirilmesi sürecinde yaşanan sıkıntıların uzun süren etkileri olmuştur. Öncelikle mevsimin kış olması göç sürecini daha da zorlaştırmış, göçmenler arasında hastalıkların artmasını hızlandırmıştır. Bu hastalıklar arasında en yaygını sıtma—diğer adıyla malarya—dır.[8] Bu tür salgınların yerli halka da taşınmasından korkulduğundan göçmenlerin sağlık durumları sıkı bir şekilde denetlenmiş, bazı hastalıklara yakalanmış göçmenler karantina bölgelerine alınmıştır. Bu sıkı denetimin, göç sürecini oldukça uzattığı ve mübadiller üzerinde manevi bir baskı oluşturduğu söylenebilir.

[6] Bkz. Arı, Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), s. 111
[7] Arı, agy , s. 110
[8] Arı, agy , s. 150

iv) Yerleştirilme Sürecinde Yaşanan Güçlükler

Mübadillerin Türkiye’ye ulaşmasından sonraki yerleştirilme süreci şüphesiz göç sürecinden daha sancılı olmuştur. Öncelikle göçmenler, dinlenme yeri işlevi gören misafirhanelere yerleştirilmişlerdir. Ancak kısa süreli kullanılması gereken bu alanlar—Yunanistan’a göç eden Rumların bıraktığı ve gelen göçmenlerin yerleştirileceği evler “fuzuli işgaller”[9] altında olduğundan—mübadillere uzun bir süre ev sahipliği yapmak zorunda kalmıştır. Bu sırada misafirhanelere sığmayan göçmenlerin bir kısmı sokaklarda barınmış, bunun yanı sıra “ciddi bir beslenme sorunuyla” karşılaşılmış ve giyecek eksikliği yaşayan göçmenler soğukla karşı karşıya kalmıştır. Doç. Dr. Kemal Arı bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: “Görülüyor ki, mübadele yoluyla Türkiye’ye gelen göçmenlerin neredeyse tümü pek perişan bir durumdaydı ve tamamına yakını kendi kendini besleyemeyecek ölçüde yoksuldu.” “İaşe” olarak anılan, göçmenlerin yeme, içme ve barınma gereksinimlerini karşılama işi yalnızca 1923 yılı için 343.758 liraya mal olmuştur. Bu tutarın 1924’te çok daha fazla arttığı ve bu yılda göçmenlere harcanan 4.952.208 liranın büyük çoğunluğunun mübadillerin iaşesine gittiği tahmin edilmektedir.[10]

Mübadele sürecinde Türk devleti tüm yükü tek başına yüklenmemiş, Hilal-ı Ahmer—bugünkü ismiyle Kızılay—başta olmak üzere yardım kuruluşlarından ve halktan büyük destek almıştır. Hilal-ı Ahmer Cemiyeti mübadiller için 1923 ile 1925 arasındaki üç yıllık zaman diliminde toplam 616.767 lira harcamıştır. Ayrıca halktan gelen giyecek, eşya, erzak, tıbbi malzeme, ulaşım aracı, çadır gibi bağışların parasal değeri ile Hilal-ı Ahmer’in yardımları yalnızca 1924 yılı için hesaplandığında toplam 1.020.726 lirayı bulmuştur. Bunun yanı sıra, uluslararası bir yardım kuruluşu olan Salib-i Ahmer’den (Kızılhaç), Muharicin-i İslamiye İskan ve Teavün Cemiyeti gibi İslam topluluklarından da destek alınmış, bu şekilde din birliği öne sürülerek Hindistan ve Mısır gibi Müslüman toplumlardan yardım istenmiştir. Ancak elde edilen yardım, beklenenden oldukça düşük olmuştur.[11]

Göçmenlerin misafirhanelerde, planlanandan fazla bir süre boyunca ağırlanıp iaşelerinin gerçekleştirilmeye çalışılmasından sonra sıra onların kalıcı anlamda evlere yerleştirilmelerine gelmiştir. Yerleştirilme sürecini sıkıntıya sokan pek çok unsurdan ilk ikisi, göçmenlere ayrılmış ancak fuzuli işgal altında olan evlerin boşaltılmasının zorlukları ve yoğun yığılmayla ortaya çıkan kalabalık nüfusu yerleştirmek için özellikle İzmir ve Ankara gibi büyük kentlerde çok az sayıda boş ev bulunmasıdır. İzmir’de terk edilmiş evlerin bulunduğu bir-iki mahallede daha sonra yapılan araştırmaya göre aslında göçmenlere ayrılmış olan bu evlerin yalnızca 52’sinde mübadillerin oturduğu; 44’ünü memurların, 27’sini yangın mağdurlarının, 14’ünü ise kendilerine yangın mağduru süsü veren fırsatçıların kullanmakta olduğu saptanmıştır. (Arı, 116) Bu fuzuli işgal, yalnızca evlerle sınırlı kalmamış, mübadeleyle giden Rumların terk ettikleri mallar için de geçerli olmuştur. Bırakılan evleri, toprakları ve değerli eşyaları ele geçirenlerin kimileri kendilerini gizlemeyi başarmışlardır. Bu da, “pek çok aksaklıklara karşın” sürdürülen ev boşaltma işleminin yarattığı zaman kaybına ek olarak göçmenlere verilebilecek barınak, toprak ve mal miktarını önemli ölçüde azaltmıştır. (Arı, 119) Uzun çalışmalar sonucu boşaltılan evler ise onarıma tabi tutulduğundan göçmenlerin yerleştirilmesi süreci daha da uzamıştır. Ayrıca “(m)übadele kapsamına girmeyen(…) sığınmacı göçmenler” ile başka illerden ve ülkelerden gelen göçmenlerin de yerleştirilmesi, terk edilmiş evlerden boşaltılanların ve gelen yardımların tümünün mübadillere ayrılamamasına sebep olmuştur.[12]

[9] Fuzuli işgal: Bir taşınmaz malı sahibinin izin ve rızası olmadan ele geçirmek. (T.C. Adalet Bakanlığı Hukuk Sözlüğü)
[10] Arı, agy , s. 98-99
[11] Arı, agy , s. 103-104-105
[12] Arı, agy , s. 125

v) Mübadiller Yerleştirildikten Sonra Ortaya Çıkan Sorunlar

Mübadiller yerleştirildikten sonra sorunlar bitmiş gibi görünse de durumun böyle olmadığı açıktır. Zira belli yörelere yerleştirilen mübadiller uzun yıllar boyunca ciddi zorluklarla yüz yüze gelmişlerdir. Yerleştirme sürecinden sonra öncelikli olarak göçmenlerin “devlete yük olmaktan çıkarılıp, kendi geçimlerini sağlayacak biçimde üretici duruma getirilmeleri” ve “savaş öncesinin üretim düzeylerine erişme(k)” amaçlanmıştır.[13] Bu nedenle Yunanistan’da sürdürdükleri mesleklerine devam etmeleri hedeflenen göçmenler, mesleklerini olabildiğince icra edebilecekleri alanlara yerleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak kimi ailelerin geldikleri yöreyle yerleştirildikleri yörenin tarım açısından oldukça farklı özelliklere sahip olması üretime geçmelerini zorlaştırmış, bazı durumlarda olanaksız kılmıştır. Ayrıca bazı mübadillerin kendilerine uygun yörelere yerleştirilmelerine rağmen, o dönem tarım mevsiminin geçtiği bir zamana denk geldiğinden, üretime geçiş, istenen hız ve verimlilikte sağlanamamıştır.

Yeni yurtlarında mübadillere, geldikleri yerlerde sahip oldukları varlıkları devlet tarafından tahsis edilmeye çalışılmış, ancak mal ve toprak dağıtımında çıkan sorunlar mübadiller için büyük bir ekonomik sıkıntı oluşturmuştur. Bu noktadaki en büyük sorun, pek çok göçmenin, geldikleri yerlerdeki varlıklarını gösteren “yazılı ve düzenli” bir mal bildirim belgesine sahip olmaması, bu nedenle göçmenlere verilecek mal ve toprak miktarının belirlenememesidir. Belge eksikliği, pek çok kişinin “hakkı olan payı” alamamasına yol açmıştır.[14] Bunun yanı sıra, bu yörelerde yerli halka ait toprakların ortak sınırlarının kesin bir şekilde belirlenmemiş olması durumu büsbütün içinden çıkılmaz bir hale getirmiş, yerli halkın da mübadillere dağıtılacak araziler üzerinde hak iddia etmelerine sebep olmuştur. Kemal Arı, bu belirsizlikler sonucu ortaya çıkan adaletsiz durumu, “Türkiye’de mal edinme ve tasarrufu hiçbir zaman doyurucu ve adil bir biçimde gerçekleşmedi.” şeklinde dile getirmektedir. (Arı, 115)

Prof. Dr. Cevat Geray’ın araştırmasına göre, 1923 ile 1933 arasında çiftçi göçmenleri üretime geçirmek üzere devlet tarafından aile başına ortalama 39,6 dönüm toprak verilmiştir. (Arı, 145) Ancak mübadeleyi bire bir yaşamış olan Girit doğumlu mübadil Ali Onay, büyük bir göçmen kitlesi olarak Ayvalık’a yerleştirildiklerinde kendilerine Yunanistan’da olduğundan çok daha az zeytin ağacı ve toprak düştüğünü, bu nedenle pek çok mübadilin Ege Bölgesi’nde geçimini sağlayamayıp ekonomik zorluklarla karşılaşarak Anadolu illerine göç etmek zorunda kaldığını belirtmiştir.[15] Bu şekilde Yunanistan’dan gelen göçmenlerin belli bir şehre kolayca yerleşemeyip göçebe yaşamlarını bir müddet daha sürdürdükleri ve maddi sıkıntılar çektikleri söylenebilir. Nitekim 28 Ekim 1925’te bir kısır döngü halinde devam eden iç göçleri engellemek adına “göçmenlerin, yerleştirilecekleri yerde beş yıl boyunca oturmaları”nı zorunlu kılan bir yasa bile çıkarılmıştır.[16]

Mübadelenin önemli bir başka boyutu da Yunanistan’daki yerleşik yaşamlarından koparılıp önceden aynı köy ya da mahallede bir arada yaşadıkları komşularıyla ayrı düşen göçmenlerin toplumsal uyum sürecinde yaşadıkları sıkıntılardır. Bu durumun çarpıcı bir göstergesi olarak ailelerin dahi mübadele sürecinde bölündüğüne dair, “kızı Samsun’un bir köyünde, ana-babası İzmir’de olan aileler” örneği verilebilir. (Arı, 111) Maddi sıkıntıların uyum sorunlarıyla birleşmesi, göçmenler arasında uzun yıllar boyu sürecek yakınmalara yol açmıştır. Tıpkı Yunanistan’a göç eden Rumların Anadolu’yu vatan olarak görmeleri gibi, mübadeleyle Türkiye’ye gelen Türklerden de eski yurtlarına olan bağlılıklarını yitirmeyip orayı vatan kabul edenler olmuş, bu koparılma hissi bireylerdeki kimlik bunalımını tetiklemiştir.

[13] Arı, agy , s. 126-128
[14] Arı, agy , s. 138-140
[15] Ali Onay ile yapılan 17.07.12 tarihli sözlü görüşme
[16] Arı, agy , s. 155

vi) Sonuç

Sonuç olarak Türk-Rum nüfus mübadelesi Türkiye’nin savaştan maddi ve manevi hasarla çıkmış bir ülke olması ve devletin mübadele için gerekli önlem ve hazırlıkları başarıyla gerçekleştiremeyip fuzuli işgal, mal-toprak dağıtımı ve yanlış yerleştirme gibi sorunları kısa sürede etkili bir şekilde çözememesi sonucunda mübadiller için pek çok sıkıntıya yol açmıştır. Bunun yanı sıra, kış mevsimi gerçekleşen mübadelede hastalıkların yaygınlığı ve beslenme ve giyecek eksiklikleri ile Türkiye’ye gelen dış yardımın az olması, göçmenlerin yeni yurtlarına alışamayıp kimlik bunalımı çekmeleriyle birleşince sorunların büyüklüğü de etki süreleri de artmıştır. Ancak Türkiye’ye gelen mübadiller göç, yerleştirilme ve yeni bir yaşam kurma süreçleri boyunca büyük sıkıntılarla karşılaşmış olsalar da göçmenler zamanla bu sorunları aşarak Türk ekonomisine ve toplumsal yapısına farklı, ulusal bir boyut kazandırmayı başarmışlardır.

vii) Kaynakça

  • Arı, Kemal. “Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925)”. 3.Baskı. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
  • Hirschon, Renee. “Mübadele Çocukları”. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
  • Ali Onay ile yapılan 17.07.12 tarihli sözlü görüşme
  • Tekeli, İlhan.“Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Nüfusun Zorunlu yer Değiştirmesi ve İskan Sorunu”. Toplum ve Bilim, 50 (Yaz, 1990).
  • Turan, Gönenç (2008), “Mübadelede Ayvalık”, Yüksek Lisans Tezi (Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü), Danışman: Doç. Dr. Kemal Arı.
  • Kiracı, Mehmet (2006), “Cumhuriyet Döneminin İlk Göçü: Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi”, Yüksek Lisans Tezi (Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü), Danışman: Yrd. Doç. Dr. Hamdi Alaslan
  • Karacaer, Gül (2006), “Türkiye Kent Yaşamı ve Mübadiller (1923-1930)”, Yüksek Lisans Tezi (Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü), Danışman: Öğrt. Gör. Leyla Kırkpınar
  • “Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı Hukuk Sözlüğü”. 22 Ocak 2013.<http://www.uyap.gov.tr/destek/hs/index.htm#>

Kısaltmalar

  • agy : Adı geçen yapıt
  • agt : Adı geçen tez

Bu tez çalışması IB (Uluslararası Bakalorya) Programı kapsamında “20. Yüzyılda Türkiye” dersi için Sevde Kaldıroğlu tarafından yazılmış ve IB tarafından incelenerek 7 üzerinden 7 notuna layık görülmüştür.

Ocak 2013

 

Bireyin, Kurgunun ve Yaşamın Yapı Taşı: Psikoloji

Temmuz19

1. ELPS

Aylar süren çalışmalar sonucu 23 Mart 2013 tarihinde başkanı olduğum 1. ENKA Liselerarası Psikoloji Sempozyumu’nu Enka Lisesi’nde gerçekleştirdik. Bu sempozyum fikrinin nasıl ortaya çıktığı ve neleri ele aldığı gibi noktalara değinen ve sempozyumun başlangıcında yaptığım açılış konuşmamı burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Sempozyumla ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz buradaki bilgi yazısını okuyabilir ve şu linkten de sempozyum sonucunda oluşturduğumuz bildirge kitapçığına ulaşabilirsiniz.

Bireyin, Kurgunun ve Yaşamın Yapı Taşı: Psikoloji

Psikoloji Sempozyumu

Merhaba,

Ben Sevde Kaldıroğlu. Özel Enka Lisesi’nde okuyorum, 12.sınıftayım ve IB (Uluslararası Bakalorya) programının ikinci senesindeyim. 1.ENKA Liselerarası Psikoloji Sempozyumu öğrenci komitesinin başkanıyım.

Sizlere bir psikoloji sempozyumu fikrinin nereden geldiğinden ve nasıl ortaya çıktığından bahsetmek istiyorum biraz. Bunun için de psikolojiyle tanışıklığıma değinmem gerek sanırım. Psikolojiyle ilk tanıştığımda 9 yaşındaydım. Herkes o yaşlarda evcilik oynar, bakkalcılık oynar söz gelimi; ben de “psikologculuk” oynardım. Oturturdum annemi karşıma, “hadi anlat derdini tasanı” derdim; sonra da bacak kadar boyumla çok biliyormuş gibi “Polyanna”vari öğütler verirdim anneme. Hatta annemin arkadaşları bizi gördüğünde bana mahsustan, ileride psikolog olduğumda bana geleceklerini söylerlerdi. Ben de kendinden emin bir tavırla şunu söylerdim daima: “Ben size bakamam çünkü psikologların hastalarını tanımıyor olmaları gerekiyor. Ama mutlaka sizi bir psikolog arkadaşıma yönlendiririm.” Bunu her deyişimde gülerlerdi, neden güldüklerini de bir türlü anlayamazdım. Arada da psikolog olmak istediğimi söylediğimde muzip bir tonla “Yani deli doktoru mu?” diyenler olurdu; çok şükür şimdilerde çok duymuyorum bu benzetmeyi, yaklaşık 10 senede toplumumuzun psikolojiye bakış açısında bir şekilde yol katedebilmişiz demek ki…

Böylece psikologluk rüyasıyla başladı psikoloji tutkum. Ancak daha sonra kalem aşkımı fark ettim, edebiyata sarıldım, yazdım, yazdım. Psikolojiye ne oldu derseniz, o hep oradaydı; kalemimle birlikte psikoloji tutkum da gün geçtikçe büyüdü. Nitekim kanımca edebiyatla kol kola yürür psikoloji. Bir edebi inceleme, karakterlerin ruhsal çıkmazlarını, düşlerini, düşüncelerini, farklı ruh hallerini irdeleyerek tüm bunların ardında onların bilinçaltında yatan itkiyi ortaya çıkarmayı amaçlamaz mı zaten? Aynı şekilde yazar, yarattığı karaktere ne kadar çok katman kazandırırsa, onun kişiliğini ne kadar çok farklı yönden işlerse o kadar güçlü kahramanlar çıkarır ortaya. William Shakespeare’in “Venedik Taciri”nde hem acımasız ve kindar hem de insancıl yönleriyle verilen Shylock karakterinin bir psikoloji harikası olmadığını kim söyleyebilir? Ya da Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” adlı öyküsünde sık sık karşımıza çıkan ve Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” romanında özgün bir biçemle verilen “bilinç akışı” anlatım tekniğinin psikolojik bir ustalık göstergesi olmadığı iddia edilebilir mi? En başta yazar, insan ruhunun derinliklerine inmeden, her bir çıkmazda tek tek durup düşünmeden kendi yaratısına anlamlı bir derinlik katabilir mi? Tüm bunların yanıtı belki de şu noktada birleştirilebilir: Psikoloji, aslında edebiyat dünyasının olmazsa olmaz unsurlarından biri ve insana verdiği gibi, yazınsal ürünlere ve unutulmaz karakterlere de can veren belki de en önemli yapı taşı psikoloji.

Nitekim bizler 23 Mart 1. ENKA Liselerarası Psikoloji Sempozyumu’nda bu yapı taşının—psikolojinin—gizlerini çözmek ve onun sonsuz derinliklerinde biraz olsun yol katedebilmek niyetiyle bir araya geldik. Bu fikir ise bundan yalnızca 4 ay önce, sevgili hocam Gonca Alpargun ile psikolojiyle ilgisi olmayan bir derste psikolojiyle ilgisi olmayan bir konudan bahsederken düştü aklıma. Ülkemizde psikoloji anlamında yapılan çalışmalar çoğunlukla yükseköğretim alanlarında gerçekleştirildiğinden, bu sempozyum liselilere yönelik olacaktı. Bu şekilde biz gençlere psikolojik sorunları tartışmak için bir platform oluşturulabilecek, bu da psikoloji konusundaki bilgi ve duyarlılığın artmasına katkıda bulunabilecekti. Ufak bir fikirdi önce bu, sonra büyüdü, filizlendi; şimdi ise meyve veriyor. Okulumuzda ilk kez gerçekleştirdik bu çalışmayı ve ileriki yıllarda geliştirerek sürdürmeyi planlıyoruz. Ben bu sene mezun oluyorum, sonraki senelerde arkadaşlarım devam ettirecek bu projeyi. Ancak en azından çocukluk oyunlarımdan akademik tutkularıma dek yaşamımda uzun ve önemli bir süreç boyunca bana eşlik eden Psikoloji adına geride bir şeyler bırakabilmek, bu alanda parlak genç beyinlerde farkındalık yaratmaya katkıda bulunabilmek ve çorbada tuzumun olduğunu bilmek benim için unutulmaz bir haz. Umarım sizler de ilerleyen sayfalarda bu çalışmayla ortaya çıkardıklarımızı okudukça heyecanımıza tanık olur, bu hazzı benimle paylaşırsınız.

Teşekkürler,

Sevde Kaldıroğlu
Sempozyum Başkanı

23 Mart 2013

1. ELPS ekibi

Sempozyumda emeği geçen tüm arkadaşlarıma ve başta sevgili hocam Gonca Alpargun olmak üzere yardımcı olan tüm öğretmenlerime teşekkürlerimle…

Jane Eyre Karakterinde Kişisel Özgürlük İlkesinin İncelenmesi

Haziran29

Charlotte Bronte’nin 19. yüzyıl İngiltere’sinde kaleme aldığı Jane Eyre romanında, aynı isimdeki ana karakterin çocukluğundan yetişkinliğe dek süren yaşam kesiti boyunca karşılaştığı kişilere ve olaylara karşı verdiği kişisel özgürlük mücadelesi gözler önüne serilmektedir. Küçük yaşından itibaren zorlu koşullarla yüzleşen Jane, içinde bulunduğu toplumun kuralları, kendi duyguları gibi pek çok farklı etmene karşı özgürlük ilkesi uğruna savaşmış; Viktorya toplumunun cinsiyete, ekonomik duruma ve sınıfa dayalı kalıplarını bu ilke uğruna yok saymış, hatta bir anlamda yıkmıştır.

Öncelikle kişisel özgürlük kavramının Jane’in kişiliğinde nasıl ve neden ortaya çıktığı irdelenmelidir. Romanda henüz sekiz yaşındayken tanıdığımız Jane, yüzlerini dahi anımsamadığı anne ve babasını çok önceden yitirmiş, dayısının ölümü üzerine—başka bir akrabası olmadığından—yengesinin yanında yaşamak zorunda kalmıştır. Ancak kimsesiz olduğu ve hiçbir maddi güce sahip olmadığı sürekli yüzüne vurulan, adeta bir besleme muamelesi gören ve ‘’öteki’’leştirilen Jane, kendisini bildiğinden beri yaşamında var olan eksikliklere karşı bilinçaltında bir savunma düzeneği oluşturmuştur. Onu destekleyecek ve ona sevgi gösterecek birer anne ve babası, onu sınıfsal olarak yükseltip ekonomik olarak bağımsızlaştıracak bir serveti ve ona toplumda doğuştan bir üstünlük sağlayacak ‘’erkek’’ cinsiyeti olmadığından, Jane bireysel, toplumsal ve ekonomik anlamda kişisel özgürlüğünü kendi çabalarıyla elde etmek zorunda olduğunun—çocukken bile—farkındadır. Nitekim, her ne kadar Jane roman boyunca pek çok yönden değişse ve olgunlaşsa da kişisel özgürlük ilkesine daima sadık kalmış, bu ilkesi herhangi bir tehdide maruz kaldığında bu konudaki hassasiyetini tepkiyle ortaya koymuştur. Bağımsızlığından ödün vermemek adına oluşturduğu savunma düzeneğinin çok fazla değişime uğramadığı kanısı, sekiz yaşında yengesine hırsla söylediği ‘’Siz sanıyorsunuz ki ben duygusuzum’’ (Bronte, 40) sözleri ile on sekiz yaşında Bay Rochester’a karşı sarf ettiği ‘’ (…) duygusuz, ruhsuz muyum sanıyorsunuz?’’ (Bronte, 289) sözlerinin—biri çocukluk, diğeri ilk yetişkinliğe geçiş dönemine ait olmasına karşın—benzeşmesi ile desteklenebilir; her iki durumda da Jane, karşısındaki kişi tarafından eşit görülmeyip aşağılandığını hissetmiş ve savunma içgüdüsüyle kendisinin de en az karşısındaki kadar duyguları olduğunu, maddi ve konumsal açıdan ona eşit olmasa da en az onun kadar ‘’insan’’ olduğunu dile getirmekten kaçınmamıştır.

Jane’in kişisel özgürlüğüne karşı bir tehdit oluşturan ilk karakter, yengesi Bayan Reed’dir. Ölen kocasının akrabası olduğu için yetim Jane’e bakmak zorunda kalan Bayan Reed, onu kendi çocuklarından açıkça ayırmakta; ekonomik olarak kendisine bağımlı olduğundan, aşağı görmektedir. Jane’in, ‘’sağlam yapılı, geniş omuzlu, güçlü’’ (Bronte, 38) olarak tanımladığı bu otoriter yenge figürü, yeğeninin asla tahammül edemediği sözel ve fiziksel şiddet, sınıfsal ayrımcılık ve haksızlık gibi tutumları, yaşından ve servetinden gelen bir öz güvenle sergilemektedir. Ancak Jane’in, Bayan Reed’e karşı metanetini bitiren olay, onun tarafından merhametsizce Kırmızı Oda’ya kilitlenmesidir. Nitekim bu kertede Jane’in kişisel özgürlüğü yalnız psikolojik olarak değil, fiziksel olarak da engellenmiş; bu anlamda Kırmızı Oda imgesinin onun ruhundaki ve daha sonraki yıllarda da bu ilkesine sıkı sıkıya sarılmasındaki etkileri çok daha derin ve kalıcı olmuştur. Öyle ki Jane de özgürlüğünü korumak uğruna gerektiğinde duygularını—Bayan Reed’in onu Kırmızı Oda’ya kapattırırkenki katılığıyla—bastırmış, adeta içinde bir yerlere kilitlemiştir.

Jane’in özgürlük düşüncesinin karşısında duran bir diğer karakter, Lowood Okulu’nun müdürü Bay Brocklehurst’tür. Brocklehurst’ün baskıcı din anlayışı ve sürekli ‘’ceza’’ kavramını öne sürerek disiplin sağlamaya çalışması Jane’in özgür karakterine ters düşmüştür; onun Jane ile ilk tanıştığında sarf ettiği şu sözler, bu sava kanıt olarak gösterilebilir: ‘’ (…) kötü insanların öldükten sonra nereye gittiklerini biliyor musun?’’ (Bronte, 35) ‘’Bir çocuk için yalancılık sahiden üzücü bir hatadır… O ateş dolu çukurda yalancılara özel bir yer ayrılmıştır.’’ (Bronte, 37) Dini bir korku unsuru olarak kullanan Brocklehurst bir keresinde Lowood’da Jane’i ‘’yalancı’’ ilan ederek onu tüm sınıfın ortasında bir iskemleye oturtur ve gün boyu orada durmasını emreder. Haksızlığa tahammülü olmayan Jane için bu durum belki de yengesinin onu Kırmızı Oda’ya kapatmasından sonra yaşadığı en büyük travmadır; çünkü haksız yere yalancılıkla suçlanmış ve herkesin içinde gururu kırılmıştır. Jane, Brocklehurst’ün haksız ceza kültürüne ve ikiyüzlü dindarlığına doğrudan tepki veremese de bu tutum karşısında öz güvenini ve kararlılığını yitirmez, tersine bu çarpıcı olay onun bireysel ilkelerini oluşturmasına yardımcı olur.

Bu noktada Jane Lowood’da kendisine uzun yıllar boyunca örnek alacağı Bayan Temple ile tanışır. Bayan Temple’ın, Brocklehurst’ün baskıcı tutumuna boyun eğmediği söylenemez; ancak yine de o, sessizce tepki vermeyi ve kendi başına karar alabilmeyi başardığından Jane’e önemli bir rol model olmuştur. Örneğin öğrencilere kahvaltı olarak yanık yulaf ezmesi verildiğinde kendi başına aldığı bir kararla herkese peynir ve ekmek dağıttırır.  Buna karşın Bayan Temple’ın aldığı kararlar için Bay Brocklehurst’e hesap vermek zorunda kaldığını gören Jane’in, onu bazı yönlerden örnek alsa da kişisel özgürlük anlamında Bayan Temple’ın sessiz tepkileri ve edilginliğine karşıt olarak sesli ve güçlü bir tepki mekanizması geliştirdiği, daha sonraki Thornfield’deki yaşamında gözlemlenebilir.

Jane’in özgürlüğü içselleştirmesine katkıda bulunan bir diğer karakter Helen Burns’tür. Helen’ın dini yorumlama biçimi Hz.İsa’nın ‘’sana tokat atana diğer yanağını çevir’’ anlayışına koşuttur; Helen’a göre karşılaşılan kötülüklere karşı direnmemek bir erdemdir. Her ne kadar Helen Jane’e dinin ceza ve ödül kavramlarından ibaret olmadığını gösterse de Helen’ın bu tepkisiz kabullenmişliği Jane’in kişisel özgürlük anlayışına ters düşmüştür. Jane’e göre tokat atana diğer yanağını çevirmek bir yana, mutlaka karşılık vermek gerekir. Helen’ın ‘’Tanrı’sız vahşilerin ilkeleri’’ (Bronte, 64) şeklinde nitelediği, fakat Jane’in hararetle savunup yaşam ilkesi edindiği düşünceyi Jane’in şu sözleri özetlemektedir: ‘’Zalim, haksız olanlara da iyi davranır, boyun bükersek kötülere fırsat tanımış oluruz. Bu kez kötüler hiçbir şeyden korkmadıkları için iyi olmaya uğraşmazlar, giderek daha kötü olurlar. Bize yok yere vuranlara biz de (…) o kadar şiddetli vurmalıyız ki o insana ders olsun da o işe bir daha kalkışmasın.’’ (Bronte, 64) Jane’in özgürlük duygusu öylesine güçlüdür ki haksızlığa uğramaya, fiziksel veya sözel şiddet aracılığıyla esir alınmaya tahammülü yoktur. Jane, bireysel özgürlüğünün tehlikeye düştüğünü hissettiği her an, daima karşılık vermiş ve kendince hakkı olanı sonuna dek savunmuştur. Bu nedenle Helen’ın bir erdem olarak gördüğü kabullenmişlik—bunu benimseyen en yakın arkadaşı olsa dahi—Jane’e cazip gelmemiş, onun doğrularına ters düşmüştür.

Jane Eyre çocukluk dönemi boyunca Bayan Reed ve Bay Brocklehurst’ün ona yaptıkları karşısında haksızlığa karşı tepki vermeyi öğrenmiş; Bayan Temple ve Helen Burns’ün ise haksızlık karşısında verdikleri—ya da vermedikleri—tepkileri gözlemlemiş; çocukluk sürecinin sonunda ise yaşadıklarıyla düşündüklerini harmanlayarak kendi kişisel özgürlük ilkesini sağlam temellere oturtmuştur. Bu temellendirilmiş ilkeyi çocuksu isyankarlıktan arınmış bir biçimde olgunlukla ve kararlılıkla tam anlamıyla yaşamına uygulamaya başladığı dönem, Jane’in bir mürebbiye olarak Thornfield Konağı’nda geçirdiği zamana denk gelir. Nitekim artık Gateshead’de ve Lowood’da olduğu gibi çocuk değildir, bu iki yerde edindiği deneyimlerden de öğrendikleriyle artık mesleğini eline almış olgun ve öz güvenli bir kadın olarak bağımsızlığını daima koruyacaktır.

İlerleyen bölümlerde öyle bir an gelir ki Jane duyguları ile ilkeleri arasında bir seçim yapmak zorundadır: Ya Bertha Mason ile evli olduğu ortaya çıkan Rochester’ı terk edecek ya da ahlaki değerlerini hiçe sayıp onun metresi olarak aşkını yaşayacaktır. Bu noktada Jane’in Rochester’la evlenmesinin onun bireysel özgürlük ilkesini derinden tehlikeye sokacağını belirtmek gerekir; çünkü Bronte’nin—Bertha ile Rochester’ın evliliğini ortaya çıkarmadan önce dahi—Jane’in gördüğü kabuslar gibi Gotik unsurlarla okura aktarmaya çalıştığı bir nokta vardır ki o da Jane’in içten içe bu evliliğin getireceği sonuçlara karşı duyduğu korkudur. Jane sosyal sınıf olarak Rochester ile eşit değildir, ekonomik bir varlığı da yoktur; bu nedenle Rochester’la evlendiğinde artık onun bir çalışanı olmasa da ona maddi olarak bağımlı kalmaya devam edecektir. Ayrıca Rochester’ın yaşamında şimdiki sadeliğiyle yer alamayacağı, eşinin sosyal statüsüne uygun davranma zorunluluğu altında ezileceği ve en önemlisi değişmek veya değiştirilmek zorunda kalacağı düşünceleri onu sessiz bir endişeye sürükler. Örneğin Rochester’ın ona evlenme teklifi ettikten sonra onu mücevherlere boğup gösterişli giysilerle donatacağını söylemesi Jane’in sade ve gösterişsiz yaşama tarzına ve olduğu gibi görünme kararına bütünüyle aykırı olmakla birlikte Jane’in bireysel özgürlüğünü tehlikeye atacak boyuttadır. Ayrıca Jane’in bir metres konumuna indirgenmesi durumu da eşit derecede önemli bir tehlikedir. Nitekim Jane, duygularına kapılıp sevdiği adamın yanında kalırsa ona nikah yoluyla bağlı olmayacak ve adeta ikinci eşi—metresi—konumunda olacaktır. Hem toplumsal hem de bireysel açıdan aşağı bir konumda olmanın Jane’i Rochester’dan alt bir seviyeye ve belki de onun boyunduruğu altına taşıyacağı şüphesizdir.

Üçüncü tehlike boyutu ise Jane’in, Rochester’la evlilik dışı ilişki yaşamayı kabul etmesiyle dini ve ahlaki ilkelerinden ödün vereceği gerçeğidir. Zira Jane, Helen Burns’ün ve Brocklehurst’ünkinden farklı ancak sağlam bir dini görüşe sahiptir; bu anlamda Viktorya dönemi kadınının ahlaki ve dini bağlılığını bünyesinde barındırmaktadır. Bu üç tehlike boyutundan da görüldüğü gibi Jane’in romanın bu kısmında Rochester’la evlenmeyi kabul etmesiyle ekonomik, toplumsal ve bireysel açıdan ‘’olduğu gibi’’ kalamadan, uyum sağlamaya ya da değişmeye tabi tutulacağı ve kişisel özgürlüğünü yaşayamayacağı açıktır. Bu nedenle Bronte, onun Thornfield’den kaçıp kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamış, bu sırada hem onun bir erkeğe bağımlı olmadan yaşayabileceğini göstermiş, hem de amcası John Eyre’den kalan miras ile Jane’i maddi olarak güçlendirip olası bir ekonomik bağımlılık tehlikesini ortadan kaldırmıştır; sonuçta Jane Rochester’ın yanına döndüğünde bir kadın olarak bireysel ve ekonomik bağımsızlığını kanıtlamış ve sevdiği adamın yanına dönmesinin tek sebebinin duyguları olduğunu göstermiştir.

Jane Eyre karakteri gerek çocukluk gerekse gençlik ve erken yetişkinlik dönemlerinde kişisel özgürlük ilkesine sıkı sıkıya sarılmış, bu bünyede benimsediği ve sağlam temellere oturttuğu kişisel değerlerinden asla ödün vermemiştir. Yaşamının uzun bir kısmı boyunca ekonomik güce ve saygın bir toplumsal konuma sahip olmadığından, bir de Viktorya toplumunda kadına yakıştırılan edilgin rolü oynamadığından karşılaştığı pek çok kişiye ve duruma karşı mücadele vermek zorunda kalmış; bu da onun iradesini gitgide güçlendirmiştir. Nitekim dönemindeki çoğu kadından, hatta pek çok erkekten bile daha güçlü bir özgürlük ilkesine sahip olan Jane Eyre, gerektiğinde bu ilkesi uğruna nefsini ve duygularını feda ederek kararlılığını sonuna dek sürdürmüş ve Viktorya dönemi edebiyatında alışılmadık derecede güçlü ve iradeli bir kadın figürü oluşturmuştur.

KAYNAKÇA

  • Bronte, Charlotte. Jane Eyre. Çev. Nurten Tunç. 2. baskı. İstanbul: Oda Yayınları, 2005.

Bu tez çalışması IB (Uluslararası Bakalorya) Programı kapsamında “Türk Dili ve Edebiyatı” dersi için Sevde Kaldıroğlu tarafından yazılmış ve IB tarafından incelenerek 7 üzerinden 7 notuna layık görülmüştür.

Şubat 2013

Yeri: Edebiyat, Eleştiri | Jane Eyre Karakterinde Kişisel Özgürlük İlkesinin İncelenmesi için yorumlar kapalı

“Sessiz Ev” ve “O / Hakkari’de Bir Mevsim” Üzerinden Romanda Gerçeklik ve Evrensellik

Haziran21

(Bu eleştiri yazısı Orhan Pamuk’a ait Sessiz Ev ve Ferit Edgü’ye ait O / Hakkari’de Bir Mevsim romanlarındaki olay örgüsüne dair ipuçları ve önemli bilgiler içermektedir. Romanları okumadıysanız ve olay örgüsündeki bu kilit noktaları öğrenmek istemiyorsanız lütfen bu yazıyı okumayınız.)

Yazınsal roman, bilgi vermeye çalışmaz çoğu zaman. Belli bir somut gerçeklikle—belli bir zaman, uzam ya da olayla—sınırlı değildir roman; yazar, çoğu kez somut ve belirli örnekleri, uzamları ve dönemleri kullanarak evrensel ve soyut iletiler sunmayı amaçlar ve insanın ve yaşamın doğasına ilişkin—romanın ele aldığı karakterlerin ötesinde—incelemeler yaparak roman aracılığıyla bulgularını okurla paylaşır. Ferit Edgü’nün “O / Hakkari’de Bir Mevsim”de, Orhan Pamuk’un da “Sessiz Ev”de yapmaya çalıştığı, tam anlamıyla budur aslında. Her iki yazar da somut örnekler kullanarak çok daha derin, soyut ve evrensel sorunsalları—yabancılaşma, iletişimsizlik ve kimlik bunalımı gibi insanın derin çıkmazlarını—irdeler. Okurun, “Sessiz Ev”i ya da “O”yu okurken metinde kendinden bir şeyler bulması, bu romanların okurun gerçek hayatıyla somut olarak benzeşmesinden çok, okurun yaşamında gözlemlediği ve belki de deneyimlediği sorunlara ve çıkmazlara değinmelerinden, hatta çoğu kez okurun sözcüklerle ifade etmekte zorlanacağı noktaları büyük bir dil ustalığı ve özgün anlatım teknikleriyle işlemelerindendir.

“Hakkari’de Bir Mevsim”in uzamı, kitabın adından da anlaşılacağı gibi, Hakkari’dir. Denizci olduğunu ve bir kazadan sonra Hakkari’de karlı bir dağın yamacına vurduğunu iddia eden anlatıcı, aslında kazadan öncesini anımsamamaktadır. Henüz romanın başından, okuru düş ile gerçek belirsizliğiyle karşı karşıya bırakan Edgü’nün vermeye çalıştığı ileti bellidir: “O”da, kurguyu ve olay akışını somut temellere oturtmak için kullanılan gerçek ve elle tutulur unsurlar birer araçtır ve roman, somut bütünlüğü dışında, değindiği insancıl çıkmazlar ışığında ele alınmalı,  bu şekilde yorumlanmalıdır.

“O”yu, Türkiye’deki Doğu ve Batı ayrımına ve bu iki taraf arasındaki uçuruma atıfta bulunan bir roman olarak yorumlayanlar vardır; ancak “O”nun amacı ve sınırları bu sorunsaldan çok daha geniş ve evrenseldir. İlk belirtilen yargıya inananlar romanı şöyle yorumlayabilir: “O”, Hakkari’ye atanmış, İstanbullu yeni mezun bir öğretmenin bu Doğu ilinde Kürtçe konuşan öğrencilerle iletişim kuramamasını ve Doğu illerindeki gelenek ve göreneklerle sert hava koşullarına ve yaşam şartlarına uyum sağlayamamasını konu alır. Tabii bu yorumun, öğretmenin sürgün edildiğini iddia eden çeşitlemeleri de vardır. Ancak “O”, bazen kurguya elle tutulur bir boyut kazandırmak için sunulan somut gerçekliklerden ve bazen de bu gerçekliklere okur tarafından eklemlenen varsayımlardan olabildiğince uzak durularak değerlendirilmelidir. Öncelikle roman kahramanının, bilmediği bir şehre düşüp o şehrin ve kültürün acımasız ve katı gerçeklerine karşı verdiği mücadele yukarıda belirtilen gerçeklikler ve varsayımlarla sınırlanamaz. Başkahraman “O”, bir anlamda “bilinmeyen”le karşılaşan insanın bunun karşısında gösterdiği ya da gösteremediği direnci, yaşadığı çaresizliği ve yabancılaşmayı temsil eder. Anlatıcının sürekli düş ile gerçeklik arasında gidip gelmesi, aslında karşılaştığı gerçeklikleri idrak edemeyip kabullenememesinin ve bunun sonucunda düşlere sığınmasının bir sonucudur. Hakkari’deki okulda ders verirken “O”nun dışarı çıkıp karlara uzanması ve bilinç akışı şeklinde aklından hızla geçen düşüncelerde küçük bir kız çocuğuyla beraber olduğunu düşünüp onu cinsel anlamda arzulaması düş ve gerçek karşıtlığının çarpıcı bir örneğidir. Bu örneği somut anlamda ele alıp anlatıcıyı “ahlaksız” olarak niteleyenler olacaktır mutlaka. Ancak Doğu illerinde “töre” adı altında kız çocuklarının evlendirilmesinin mi, yoksa anlatıcının zihninden aktarılan bu kesitin mi “ahlaksız” olduğu tartışılır. Nitekim kız çocuklarının evlendirilmesi gibi çirkin ve akıl almaz bir gerçeklikle karşı karşıya kalan anlatıcı, bu gerçek dışı “gerçeklik” ile en az o kadar gerçek dışı olan “düşleri” arasında sıkışıp kalır. Yazarın bu noktada roman kahramanının bilinçaltını ve düşlemini kullanmasının amacı, bu akıl almaz Doğu gerçeğini eleştirmek, hatta çarpıcı bir biçemle sunarak okurun da eleştirmesini sağlamaktır.

Benzer şekilde “Sessiz Ev” de somut bir uzamda—İstanbul yakınlarındaki hayali bir kasaba olan Cennethisar’da—geçmektedir. Ancak “Sessiz Ev”i “O”dan daha somut yapan gerçeklikler vardır. “O”daki belirsiz zaman kavramına karşılık “Sessiz Ev”in geçtiği zaman bellidir: 1980 yazı, Ağustos ayı. Orhan Pamuk’un, böyle bir zaman ve uzamı gelişigüzel seçmediği açıktır. Nitekim sağ-sol çatışmasının doruğa ulaştığı 1980 yazında geçen roman, bu çatışmaya ilişkin unsurlar barındırır içinde. Fakat tıpkı “O”da olduğu gibi, yazar “Sessiz Ev”de böyle bir tarihi gerçekliği insanın doğasına ilişkin evrensel gerçeklikleri ortaya çıkarmak ve irdelemek için araç olarak kullanır. Sürekli bir eziklik duyan Hasan’ın ülkücü grubuna katılması, yaşadığı kimlik bunalımını ve eksikliğini duyduğu aidiyet hissini bastırma çabasındandır aslında. Aynı şekilde Nilgün’ün “Cumhuriyet” okuyup sol kesimin düşüncelerini takip etmesi, kimliğini yeni yeni oluşturan bir gencin okuyup araştırarak güncel ve önemli konularda bir görüş ve belli bir duruş edinme isteğidir bir anlamda. Romanın sonunda ülkücü Hasan’ın hoşlandığı kızı—solcu Nilgün’ü—döverek öldürmesi ise yazarın sağ-sol çatışmasında belli bir tarafı desteklediğini göstermekten çok uzak bir durumdur. Tersine, Pamuk bu örnekle, insanın belli bir düşünceye körü körüne bağlı olmasının onun insani ve ahlaki değerlerini nasıl yozlaştırabileceğini ve onu sevdiği kişiye karşı nasıl bu denli kör ve acımasız edebileceğini göstermiştir. Pamuk’un bu noktada eleştirdiği durum, hem sağ-sol çatışmasının insanları ahlaki olarak yozlaştırması hem de—daha evrensel bir boyutta—birtakım düşünce akımlarına veya topluluklara kapılıp bir yerlere ait olmak pahasına sürü psikolojisiyle çoğunluğa uyum sağlayan bireyin kendine ve çevresindekilere yabancılaşmasıdır. Bu anlamda Pamuk’un toplumsal eleştirisinin, yalnızca 1980’deki Türk toplumuyla veya işlenen tarihi dönemle sınırlı kalmadığı ve insan doğasının eğilimli olduğu bu tür uç noktalara yönelik olduğu söylenebilir.

Her iki romanda da ele alınan ve somut unsurlarla sunulan bir başka sorunsal iletişimsizliktir. Ferit Edgü’nün “O / Hakkari’de Bir Mevsim” romanında, öğretmen “O”, köy okulunda öğrencilerine bir şeyler öğretmeye çalışır. Ancak çok büyük bir sorun vardır ki o da “O” ile çocukların farklı diller konuşmasıdır. Bu noktada, önceki örneklerde bahsedilen “saf” okur, durumu somut bir çerçevede ele alıp güncel bir bağlamda inceleyerek romanın Türkçe-Kürtçe dil çatışmasına ve dil ikiliğinin eğitimi zorlaştırıp engellediğine gönderme yaptığını söyleyebilir. Ancak “O”, bu tür politik tartışmalardan ve tek ve somut açıklamalardan kaçınarak daha insancıl ve kapsamlı bir zeminde ele alır bu durumu. Edgü’nün romanın bu bölümünde eleştirdiği, ne Türkçedir ne Kürtçe; yalnızca tüm çıplaklığı ve yalınlığıyla insanlar arasındaki iletişim kopukluğudur. Çocuklar farklı gelenekleri, kültürleri, yaşam biçimleri ve farklı dilleriyle başkahramanın karşısında kocaman bir “bilinmeyen” olarak dururlar ve roman, “O”nun bu “bilinmeyen”i nasıl çözdüğünün ve nasıl zamanla içselleştirdiğinin öyküsüdür aslında. “O”, “bilinmeyen” karşısında kaderci bir bakış açısı takınıp vazgeçen değil, direnen ve yabancılaşmayla mücadele eden bir bireyi temsil eder; Edgü’nün de yabancılaşmaya karşı sonuna dek savunduğu tutum, işte bu mücadeleci tavırdır.

“Sessiz Ev”de işlenen iletişimsizlik teması “O”dakinden biraz farklıdır; çünkü “Sessiz Ev”deki karakterler, “O”dakinin tersine ortak bir dili paylaşır, ancak yine de—birbirlerini anlamaya çalışmadıklarından—birbirleriyle iletişim kurmayı beceremezler. Bu konuda verilebilecek belki de en iyi örnek, Selahattin Bey ile Fatma Hanım’ın evliliklerindeki iletişim kopukluğudur. Bilimi savunan ve adeta jakobenist bir tutumla kendi doğrularını eşine kabul ettirmeye çalışan Selahattin Bey, Fatma Hanım’ın aileden gelen ahlaki ve dini değerlerine, geleneksel davranışlarına saygı duymaz; bunun da ötesinde, onları anlamaya bile çalışmaz. Aynı şekilde tutucu bir bakış açısı takınan Fatma Hanım körü körüne bağlı kaldığı tek yönlü doğrulardan kafasını kaldırıp Selahattin Bey’in söylediklerine kulak vermez. İki tarafın da uzlaşmaya yanaşmadığı bu evlilikte iletişim kopukluğu Fatma Hanım’ın daima susup her şeyi—eşine olan öfkesini ve tepkilerini—içine atmasıyla, Selahattin Bey’in ise celallenip fikirlerini zorba bir tavırla durmaksızın anlatmasıyla gitgide derinleşerek devam eder. Öyle ki, Selahattin Bey öldükten sonra dahi Fatma Hanım’ın onunla kavgası bitmemiştir. Fatma Hanım sürekli düşüncelerinde Selahattin Bey’in sözlerini yineler ve yine doğruluğunu tartışmaya yanaşmaksızın onları kendi katı doğrularıyla çarpıştırarak bitmeyen öfkesini perçinler. Orhan Pamuk’un Selahattin Bey ve Fatma Hanım karakterleriyle sunduğu iletişimsizlik ve adeta iletişime ve uzlaşmaya karşı direniş gösterme tavrı, şüphesiz yalnızca bu hayali aileyle ya da genel anlamda evliliklerle sınırlı değildir. Pamuk’un işaret ettiği iletişimsizlik, hem Doğu ile Batı arasındaki iletişim kopukluğu ve uzlaşma eksikliğidir, hem de genel anlamda kendi doğrularına tutucu bir tavırla sarılan ve empati, saygı, anlayış gibi yetkinliklerden yoksun bireylerin arasında oluşan iletişimsizliktir.

Ferit Edgü ve Orhan Pamuk, sırasıyla “O / Hakkari’de Bir Mevsim” ve “Sessiz Ev” romanlarında somut karakterler, olaylar, uzamlar ve hatta tarihi olaylar kullanarak insan doğasının eğilimli olduğu iletişimsizlik, yabancılaşma ve kimlik bunalımı gibi temel sorunsalları ele almışlar ve bunlara değin eleştirilerini dile getirmişlerdir. Edgü’nün ve Pamuk’un romanlarından da görülebileceği gibi, bir romanın, sunduğu sözde “gerçeklikleri” ve somut örnekleri görünen sınırlar içinde yansıtmayı değil, sınırların ötesinde evrensel boyuttaki sorunları ve çıkmazları irdelemeyi amaçladığı söylenebilir. Bu anlamda roman, küçük bir yapboz parçasını anlatarak aslında büyük resme ilişkin incelemeler yapmakta ve “Sessiz Ev” ve “O” örneklerinde olduğu gibi doğru bir biçem ve yazınsal bir ustalıkla yazıldığında bunu başarmaktadır.

12.03.13

Yeri: Deneme, Edebiyat, Eleştiri | “Sessiz Ev” ve “O / Hakkari’de Bir Mevsim” Üzerinden Romanda Gerçeklik ve Evrensellik için yorumlar kapalı
« Eski Yazılaryeni Yazılar »